Proleter Demokrasi ve Cinsel Yaşam
1. Günlük Yaşama İlişkin
Sorunlar
2. Kapitalist Toplumda Sosyalistlerde Cinsel İlişkileri Belirleyen Ahlak İlkeleri ve Komünist Toplumda Ahlak
- Karşılıklı eşitlik (ne erkeğin kendini beğenmişliği ne de kadının kişiliğini bozan aşk köleliği olmadan)
- Diğerinin haklarını tanıma, eşin gönlüne ve ruhuna paylaşmasız sahip olma iddiasını kaldırma (burjuva kültürünün yarattığı ve sürdürdüğü mülkiyet duygusu)
- Arkadaşlara karşı özenli davranış, değerli varlığın ruhsal hareketlerini dinleme ve anlama elverişliliği (Burjuva kültürü bu özenişi aşkta yalnızca kadından istiyordu.)
3. Eğitimcinin Kendisi de Eğitilmelidir...
“Vazgeçilmez Yapısal Koşullar:
Yukarıdaki gözlemleri özetlemek üzere şunu söyleyebiliriz:
Dünyayı ve
toplumu değiştirme iddiasında olan biz komünistler, sosyalizm ve komünizm
uğruna mücadele ederken günlük yaşamımızı nasıl düzenlemeliyiz? Biz sıradan
insanlar değil miyiz? Bizim yaşam biçimimiz ve günlük sorunları ele alış
tarzımız herkesten farklı mı?
Proletarya
iktidarını hedefleyen sınıf mücadelesinin genel stratejisi ve seyri içinde bu
sorular neredeyse hiç önemsenmeyen, ya da zamansız oldukları düşünülerek yanıtlanması
sürekli ertelenen sorulardır. Ama gerçekte bu görünüm çok yanıltıcıdır.
Sosyalizm için mücadele eden bireyler, özellikle de örgütlü bireyler, değişime
önce kendilerinden ve yakın çevrelerinden başlamalıdır.
Evet,
komünistler gerçekten de sıradan insanlar değildir. Onları sıradışı yapan; tüm
insanlığın sınıfsız topluma ulaşması, ne ezen ne de ezilenin olmayacağı,
herkesin gereksinimlerini özgürce ve rahatça karşılayabileceği bir toplumsal
düzene inanmaları ve bunun için mücadele etmeleridir. Ama bu mücadele, soyut
düzeyde bir idealizm olarak kaldığı zaman değil, geleceğin toplumuna ait
anlayış ve yaklaşımları bugünden günlük yaşama uygulayarak yürütüldüğü zaman
anlam ve değer kazanır. Komünistleri sıradışı yapan, komünist idealizmden çok
böylesine mücadele içindeki yaşam tarzlarıdır.
Yirminci
yüzyıl görkemli sosyalizm deneyimlerine sahip bir zaman dilimi olarak tarihte
yerini almıştır. Bu yüzyılda proletaryanın sosyalist devletlerinin tekrar
kapitalizm cephesine kayıp verildiğine tanık olduk. Bu yenilginin nedenleri
üzerinde gelecekte çok durulacaktır. Bu nedenler arasında, komünist devrimciler
ve proleter yöneticilerin günlük yaşama ilişkin gelenek ve kültürlerindeki
gelişmenin siyasal gelişmelerinin çok gerisinde kalmış olması, özellikle de
insan cinselliğine ilişkin konularda birtakım önyargıları aşamamış olmalarının
ne denli önemli olduğu gelecekte sık sık vurgulanacaktır.
Cinsel özgürlükleri
de kapsayan bireysel özgürlüklerin eksiksiz bulunmadığı hiçbir toplum özgür
bireyler topluluğu olamaz. Bu nedenle bu sorunlara hak ettikleri ilgiyi
göstermek, kadrolarımızı ve insanlarımız siyasal konularda olduğu gibi sosyal
konularda da eğitmek görevimizdir.
“Bir toplumun
erkekleri ve kadınlarının az ya da çok uymaya çalışması için çaba harcanan ve
iyi düzenlenmiş olan cinsel yaşamla ilgili ilkeler, o toplumdaki düşüşle
birlikte yıkılıyorlar. Eski ilkeler geçerli değil; yenilerine gelince kafalarda
büyük bir şaşkınlık hüküm sürüyor. Ülke yöneticileriyle kuramcılar, cinsel
yaşamla ilgili bu denli önemsiz sorunlarla uğraşmak yerine yapacak başka işleri
olduğunu düşünüyor ya da açıklıyorlar. Hemen hemen sadece bir kişi, Alexandra
Kollontai, daha 1918’de, Wilhelm Reich’ın 1936’da açıkladığı şeylerden acı acı
yakınıyordu: Bu sorunlar üzerine düşünme eksikliği ve cinsel sorunların
hasıraltı edilmesi (yok sayılması). Kollontai, ‘İşçi sınıfının temel
ödevlerinden birine karşı bu affedilmez aldırmazlığımız nereden geliyor?’ diye
sorar. ‘Cinsel sorunu, kolektif bir çabayı gerektirmiyor deyip ikiyüzlülükle
‘aile işleri’ rafına kaldırmayı nasıl açıklamalı? Sanki cinsler arasındaki
ilişkiler ve bu ilişkileri düzenleyen bir ahlak yasasının geliştirilmesi, tarih
boyunca toplumsal savaşımın değişmez öğelerinden biri olarak görülmemiş, sanki
belirli bir toplumsal grubun sınırları içerisinde hasım sosyal sınıflar
arasındaki savaşın sonucunu temelinden etkilememiş gibi! İşte en açık
görünümüyle durum bu.” (Alexandra Kollontai’nin Marksizm ve Cinsel Devrim adlı kitabında, Judith Stora Sundor’un
önsözü, s:54)
20. yüzyıl
dünyanın her tarafında, tüm geri kalmış köşelerinde kapitalizmin süratle
yayıldığı, üçüncü dünya ülkelerinde feodal üretim biçiminin kapitalist üretim
biçimine dönüştüğü bir dönem oldu. Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinden
itibaren hız kazanan elektronik devrim kapitalist dönüşümü süratlendirerek
sosyalist devrim için tüm dünyada şartları olgunlaştırmaya başlamıştır.
İşte bu
dönüşümle birlikte, daha 1950’li yıllara kadar ülkemizde de yaygın olan feodal
kültür ve yaşam ilkeleri, Judith Stora Sundor’un ifade ettiği gibi süratle
çöküntüye uğramış, ama bunların yerine geçirilecek olan yeni yaşam ilkeleri bir
türlü berraklığa kavuşturulamamıştır. Halen ülkemizde feodal kültür ilkeleriyle
büyümüş, büyük aile içinde yetişmiş nesille, kapitalizmin bireyci kültürünün
etkisinde yetişen nesil bir arada bulunmaktadır. Günlük yaşam ilkelerine ve
özellikle cinsel yaşam kurallarına dair kafalarda gerçekten de büyük bir
şaşkınlık hüküm sürmektedir. Doğru ve yanlış tavrın, toplumsal ahlak düzenine
uygun düşen ve düşmeyenin ne olduğunu ortaya koyabilmek, artık geçerliliğini
kaybetmiş ilkelerin yerinin hangi ilkelerle doldurulacağını belirleyebilmek hiç
de kolay bir iş değildir.
Bugün için
doğru olan uygulamaları, geçmiş ahlak düzeninin tutucu baskıları altında yaşama
geçirmek bazen olanaksız, çoğu kez de çok zordur. Günümüzde birçok insan halen
geçerli ahlak kurallarına aykırı yaşam pratikleri içindedir. Fakat bunu topluma
ters düşmemek ya da toplumsal baskılardan kendilerini korumak amacıyla gizli
yapmaktadırlar.
Kapitalist
toplum, bireyi ve özellikle de kadını özgürleştirmiyor. Gerçi kapitalizm
kendisinden önceki toplumsal düzenlerden çok daha radikal bir şekilde, kadını
iş gücünü satacak kadar özgürleştiriyor, ama ona cinsel özgürlüğünü tanımıyor.
Kapitalist toplumda gerçekten özgür yaşamayı, kendi kişiliğini ortaya koymayı
deneyen kadınlar her türlü toplumsal önyargıyı karşılarına alarak, topluma
rağmen bunu yapabilen kadınlardır. Bunlar da genellikle proleter kadınlar
arasından çıkmaktadır.
Ahlaki
değerler, şimdilerde başta gelişmiş kapitalist toplumlar olmak üzere tüm
dünyada bir dönüşüm süreci içindedir. Fakat kapitalist toplum bu dönüşümü
tamamlayacak yeteneğe sahip değildir. Bu dönüşüm insan topluluklarını ancak
sosyalizmle gerçek özgürlüğe ulaştırabilecektir. Kadının gerçek kurtuluşu da
sosyalizmle başlayacaktır.
20. yüzyılda
yaşanan sosyalizm deneyimi, tüm yetersizliklerine rağmen, kadınların özgürlüğü
konusunda çok büyük başarılar elde edildiğine tanık olmamızı sağladı. Sosyalist
devrim, Marx’ın toplumsal devrimin “evliliğe son vereceğini” söyleyen
öngörüsünü doğrulamıştı. Evli olmayan çiftlere çocuk yapma hakkı tanınmış, tüm
çocuklar devlet koruması altına alınarak “kutsal aile” nosyonunun dağılması
yönünde dev adımlar atılmıştı. Doğum kontrolü, kürtaj ve eşcinsellik özgür
kılınmış, fuhuş yasaklanmış, fahişeler işsiz kabul edilerek işsizlik
haklarından yararlandırılmış ve uygun işlere yerleştirilmiştir.
Sovyetler
Birliği’nden ne yazık ki daha sosyalizm yenilmeden önce Sovyet cinsel devrimi
bastırılmış, cinsel yaşamın yine ahlakçı ve buyurgan yöntemlerle düzenlenmesine
geri dönülmüştü. Cinsel alandaki geriye dönüş, öbür alandaki geriye dönüşten
daha önce gerçekleşmişti. Bu olgu bir tesadüf müdür? Hayır. Geriye dönüşün
cinsel karşı devrimle başlaması boşuna değildir.
“Bir toplumun
cinsel süreci, öteden beri, zihin eğitimi sürecinin can alıcı noktası
olagelmiştir.” (Wilhelm Reich, Cinsel Devrim, s:206) “Cinsel
yaşamın alacağı yeni biçim, çocuğa verilen eğitimin gözden geçirilmesiyle
başlamalıdır.” “İşçi hareketlerinin siyasal önderleri bu soruna gereken
dikkatle eğilmedikçe, cinsel yaşamın yeniden düzene koyulması işi başarıya
ulaşamayacaktır.” (age. s:322)
Devrimci ve Sosyalistlerin Konuyla İlgili Yanılgıları
Günümüzde
halen devrimci ve sosyalistler arasında da yaygın bir şekilde eski toplumun
ahlak kurallarından kaynaklanan tüm değer yargıları sosyalist ahlak diye sunulmaktadır.
Özellikle cinsel yaşama ilişkin sosyalist düşüncelerin ayrıntılı olarak incelenmediği,
hatta hiç bilinmediği çok açıktır.
Bu bilgisizlik ortamının devrimci ve
sosyalistlerin özel hayatlarına ilişkin birtakım sorunlara yol açtığı gözlemlenmektedir.
Bu sorunların kaynağı, her şeyden önce kafa eğitimi süreci henüz geleneksel
ahlak noktasını aşamamış devrimci “aydınlarımızın” bağnazlığıdır. Ülkemizdeki
en ileri bilince sahipdevrimciler, sosyalistler ve komünistler olarak, sol çevrelerin halen mustarip
bulunduğu bu tutucu ahlak anlayışına bir son vermek önümüzde bir görev olarak
durmaktadır.
Bu noktada
önce “Sosyalist toplumda kadın-erkek ilişkileri nasıl ele alınmalıdır?”
sorusunu yanıtlamaya çalışacağım.
‘Sol’ bu
soruyu yanıtlarken Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı
eserinden ve Marx-Engels’in komünist manifestosundan sıkça alıntılar yapmayı
sever. Ancak bu eserlerde anlatılanların içeriğini kavramamış olacaklar ki,
bunlardan adeta “bugün içinde yaşadığımız burjuva toplumunda sosyalistlerin
benimseyeceği moral değerler” olarak ilan ettikleri şu sonuca varmaktadırlar;
“Sosyalistler kadın-erkek ilişkilerinde eşlerin birbirleri üzerinde herhangi
bir çıkar talep etmedikleri, sadece karşılıklı cinsel aşkla birbirlerine
bağlandıkları ve birbirlerini aldatmadıkları, dürüst ve eşit davrandıkları tek
eşli bir ilişki modeli benimsemelidir. Böyle bir ilişki belli bir yoğunluk
ve derinlik içerir. Cinsel aşkın bittiği yerde ilişki de biter ve yollar
ayrılır. Kimse kimse üzerinde hiçbir hak iddia etmez, kimse kimseyi aldatmaz. Ayrılan
eşler birbirlerini aldatmaya gerek duymadan başka ilişkilere girmekte özgürdür!”
Aslında
burada ifade edilen ahlaki normları Vatikan Kilisesi’nde oturan Papa da,
Tahran’daki Ayetullah da savunmakta, hatta alkışlamaktadır. Günümüz toplumu
(yani kapitalist dünya koşulları) içinde bu normları uygulamak ne kadar
gerçekçi ve pratiktir? “Eşlerini aldatan” kadınlar bunu gönüllü olarak,
doyumsuz arzularını gidermek için mi yapıyorlar? Onlardan sevdikleri erkekle
kimseden saklanma gereksinimi duymadan beraber olmak istemezler mi? Ya
erkekler?! Sevdiği bir başka kadın için ve dürüst davranmak adına nikahlı
karısını yüzüstü bırakıp gitmesi kolay mı? Evet, başkalarına değer vermeyen,
kendi egosunu tatminden başka bir şey düşünmeyen, sorumluluk duygusundan yoksun
erkeklerin bunu yaptığını sık sık duyarız. Ama bununla beraber terk edilen
kadının sefaletine ilişkin hikayeleri de çok duyarız.
Aileyi
toplumsal üretimin temel birimi olarak gören, toplumsal yaşamın idame
ettirilebilmesi amacıyla, çocuk bakımı, ev işleri ve yaşlıların bakımına
toplumsal gelirden hiçbir ödenek ayırmayan ve bu işleri angarya olarak kadına
yaptıran kapitalist toplum, kadını aileye ve tek eşliliğe mahkum etmiştir.
Lafta var olan dürüstlük ve açıklık politikası, ancak ayrıldıktan sonra yeni
bir ilişkiye girme özgürlüğü, pratikte yoktur. Bu durumda, mevcut toplumsal
düzende sosyalistlerin (özellikle de sosyalist kadınların) uygulaması gereken
ahlak ilkesi şöyle olabilir:
“Dürüstlük ve
açıklık adına tek eşliliğe mahkum ol, tüm manevi ve cinsel duygularını bastır,
sinirsel ve psikolojik çöküntü içinde hem mutsuzluğa, hem de eşinle istemediğin
bir ilişkiyi sürdürme ikiyüzlülüğüne katlan.”
Komünist
manifestoda genellikle dikkatleri çekmeyen önemli bir cümle var:
“Burjuva
evliliği gerçekte evli kadınlar üzerinde ortaklaşa hak sahibi olma sistemidir. Bu
bakımdan komünistler, olsa olsa ikiyüzlü bir tutumla gözden saklanan kadınlar
üzerinde ortaklaşa hak sahibi olma yerine, bunun açıkça meşrulaştırılmış olduğu
bir düzen getirmeyi istemekle suçlanabilirler.” (Komünist Manifesto) Burada ilk
bakışta belli olmayan çok derin bir anlam vardır. Evet, bugünkü üretim düzenine
son verilmesiyle, bu düzenin getirdiği kadınlar üzerinde ortaklaşa hak sahibi
olmaya, yani açık ve gizli fuhuşa son verilecektir. Ama bunun yerine monogam
(tek eşli) bir düzene geçileceği söylenmemekte, tam tersine geleceğin toplumunda,
bugün paranın gücüyle ve genellikle kadınlara empoze edilerek yapılan
ahlaksızca uygulamalar ortadan kaldırılarak, çok eşliliğe de olanak veren
paylaşımcı ve gönüllü ilişkilerin her türlü baskıdan uzak, açık ve özgür hale
sokulacağı söylenmektedir.
Bunun tam
olarak hangi biçimlerde gerçekleştirileceğini şimdiden söylemek olanaksızdır.
Ama böylesi oluşumların ilkel biçimlerine bugünün sanayi toplumlarında proleter
sınıflar içinde tanık olmaya başladık bile.
İyisi mi geleceğin toplumu olan sosyalist topluma ilişkin öngörüleri,
yetkin bir sosyalistin kaleminden okuyalım.
2. Kapitalist Toplumda Sosyalistlerde Cinsel İlişkileri Belirleyen Ahlak İlkeleri ve Komünist Toplumda Ahlak
“Her şeyde ortak, yârin yanağından gayrı” mı?...
Bu bölümde
dünyanın ilk kadın bakanı olan, SSCB’nin ilk devrim hükümetlerinde bakanlık
yapmış olan Alexandra Kollontai’nin Marx ve Engels’e dayanarak ileri sürdüğü
cinsel devrim önerilerinden uzun bir aktarma yapıyorum. Bu aktarma
Kollontai’nin gerek geçmiş toplumsal düzenler ve kapitalist toplum düzeni ile
ilgili değerlendirmelerini ve gerekse geleceğin proleter ve komünist toplum
düzenlerine ilişkin önermelerini içermektedir. Çok değerli bulduğum bu
görüşlerin birçok arkadaşımızın kafasındaki soruları da yanıtlayacağı
inancındayım.
“Burjuva aşk
ideali, nüfusun en kalabalık kesimi olan işçi sınıfının gereksinimlerine cevap
vermez. Emekçi entelijansiyanın yaşam biçimini de karşılamaz. Kapitalizmin
yüksek derecede geliştiği ülkelerde cinsel sorunlara ve aşk sorununa ilgi, bu
eski ve zorlu bilmeceyi çözmeyi sağlayacak anahtarın araştırılması buradan
gelmektedir: Cinsler arasındaki ilişkileri nasıl geliştirmelidir ki bu
ilişkiler mutluluğun tümünü yüceltirken kolektifliğin çıkarlarıyla çelişkili
duruma düşmesin?
Aynı sorun
bugün Sovyet Rusya’nın emekçi gençliğinin önüne yeniden konulmuş bulunuyor. Aşk
ve karı koca ilişkileri idealinin evrimine kısa bir göz atış, aşkın asla ilk
bakışta sanılabileceği gibi ‘özel’ bir iş olmadığını anlamanıza yardımcı
olacaktır. Aşk uzun tarih süreci boyunca insanlığa içgüdüsel olarak
kolektifliğin yararına kılavuzluk etmiş olan değerli bir psiko-sosyal etkendir.
“Yeni insanlığın toplumsal ilişkiler içinde aşka ayırması gereken yer nedir?”
sorusunu anlamak, Marksizmin bilimsel metoduyla donatılmış ve geçmişin
deneylerinden yararlanan insanlığa, emekçi insanlığa aittir. Öyleyse sonuçta,
egemenliği için savaşan sınıfın çıkarlarına cevap verecek aşk ideali ne
olmalıdır?
Aşk - Arkadaşlık...
Emekçilerin
yeni toplumu arkadaşlık ve dayanışma ilkesi üzerine kurulmuştur. Ancak
dayanışma nedir? Bu sadece çıkar birlikteliğinin değil, çalışanlardan oluşan
kolektifin üyeleri arasında örülen ruhsal ve manevi bağların da bilincidir.
Dayanışma ve ortaklaşa çalışma üzerine kurulmuş bir toplumsal yapı, bu toplumda
ileri derecede gelişmiş bir “aşk potansiyeli”, yani insanların gerçek sempati
duygularına sahip olanlarını da ister. Bu duygular olmadan dayanışma sürekli
olmaz. İşte bunun için proletarya ideolojisi, işçi sınıfının her üyesinde,
sınıf arkadaşlarının acıları ve gereksinimleriyle ilgilenme duygusunu,
diğerinin isteklerine karşı ince bir anlayışın, kolektifin öbür üyeleriyle olan
bağlarda derin ve kavrayışlı bir bilincin doğup pekişmesi için çaba harcar.
Ancak bu sempati, ilgilenme ve davranış inceliği duygularının hepsi de tek ve
ortak bir kaynaktan, dar cinsel anlamda değil ama kelimenin en geniş anlamında
sevme yetisi kaynağından doğar.
Heyecan
olarak aşk bir bağlantı öğesi ve giderek düzenleyici bir öğedir. Burjuvazi
aşkın büyük bir bağlantı gücü olduğunun tamamen bilincindeydi ve bunu hesaba
katıyordu. Bundan dolayı burjuva ideolojisi, aileyi sağlamlaştırsın diye,
“eşlere değgin aşk”ı bir ahlak eylemi ilan etti. Burjuvazinin gözünde “iyi bir
aile babası” olmak erkek için büyük ve değerli bir yetenekti.
Proletaryanın
da kendi açısından, cinsel ilişkiler alanında olduğu kadar geniş anlamda da
aşkın, karı kocaya ya da aileye değgin değil ama kolektif dayanışmanın
gelişmesine ilişkin bağların güçlenmesinde oynayabildiği ve oynaması gereken
psiko-sosyal rolü hesaba katmaması mümkün değildir.
Öyleyse işçi
sınıfının aşk ideali nedir? Proletarya ideolojisinin, cinsler arası ilişkilerin
temeline koyduğu duygular ve heyecanlar nelerdir?
Şimdiye dek
şunu belirtmeye çalıştık ki, her devrin kendi aşk ideali var, kendi çıkarına
göre her sınıf aşk ahlakı kavramına kendi sınıfının öz içeriğini koymak
istiyor. Kendisiyle birlikte ruhsal ve manevi alanda daha zengin insani
heyecanlar getiren her kültür aşaması, Eros’un kanatlarını kendine özgü
renkleriyle yeniden boyuyor. Ekonominin ve toplumsal yaşamın gelişiminin art
arda gelen aşamalarıyla, aşk kavramının içeriği değişti; aşk duygusuna
oluşturucu kısımlar olarak giren heyecanlardaki kimi ayrıntılar, diğerleri
köreldikçe daha fazla güçlendi.
İster aşağı ister yukarı düzeyde olsun, cinsli tüm hayvanlara
özgü yalın bir biyolojik içgüdüden, üreme içgüdüsünden kalkarak aşk, insan
toplumunun binlerce yıldır süren varlığı boyunca gittikçe daha çok
karmaşıklaştı, durmaksızın yeni ruhsal ve manevi heyecanlar doğurur oldu.
Biyolojik olay olarak başlayan aşk, psiko-sosyal bir etken
halini aldı. İnsanlığın gelişiminin ilk evrelerinde cinsel ilişkileri
belirleyen üreme biyolojik içgüdüsü, ekonomik ve toplumsal güçlerin altında,
birbirine yüz seksen derece zıt doğrultuda iki yozlaşmaya uğradı. Bir yandan
sosyo-ekonomik ilişkilerin korkunç baskısı altında ve özellikle kapitalizmin
egemenliğinde, üreme amacındaki normal cinsel içgüdü, cinsler arasındaki normal
çekicilik, esenliksiz ten isteği haline dönüşerek yozlaştı. Cinsel eylem
kendiliğinden bir amaç, bir “ek zevk” sağlama aracı haline, tenin zararlı
uyarılmasıyla, aşırılıklarla, kötüleşmelerle kızışan bir ten isteği haline
dönüştü. Eğer bir erkek bir kadına bağlanıyorsa, bu kesinlikle sağlıklı bir
cinsel eğilim onu o kadına doğru kuvvetle çektiği için değildi artık. Tersine,
hiçbir cinsel gereksinme duymaksızın erkek yine de, varlığı kendisinde cinsel
bir çekim uyandıracak ve ona böylece nasıl olursa olsun cinsel eylemle zevk
verecek bir kadın arıyordu. Fuhuş işte bunun üzerine kuruldu. Eğer kadının
hazır bulunuşu beklenen uyarılmayı gerçekleştirmiyorsa, duyguları körelmiş
erkek, her türlü ahlak bozukluğuna başvuruyordu.
Cinsler arası aşkın özünde bulunan biyolojik içgüdünün, bu
içgüdüyü ilk kaynağından çok uzaklara götüren esenliksiz ten isteklerine doğru
sapmasıdır bu.
Diğer yandan, toplumsal yaşamın ve kültürel değişimlerin
binlerce yıllık süreci içinde cinslerin fizik çekiciliği, ruhsal ve manevi
heyecanlardaki tüm katmanlaşmalarla zenginleşti. Bugünkü şekliyle aşk, ilk
kaynağı olan üreme biyolojik içgüdüsünden uzun süreden beri kopmuş, ve hatta
onunla sık sık çelişki içine giren son derece karmaşık bir ruh haline
dönüşmüştür. Aşk bir birikim, tutku, dostluk, hayranlık, alışkanlık, duygu ve
heyecanların diğer çok sayıdaki ayrıntısının birikimidir. Böyle birçok ayrıntılı
ve bizzat aşk karmaşası varken, doğanın sesi olan “kanatsız Eros” (cinslerin
fizik çekiciliği) ile “kanatlı Eros” (ruhsal ve manevi heyecanlarla karışmış
tensel çekicilik) arasında bağ kurmak gittikçe zorlaşmaktadır. İçinde fizik
çekiciliğin zerresi bulunmayan aşk-arkadaşlık, -bir dava ya da bir düşünce için
manevi aşk, kolektivite için kişisiz aşk-, bütün bu olaylar aşk duygusunun
biyolojik temelinden ne denli ayrıldığına, ne kadar “ruhsal”laştığına tanıklık
ediyor.
Ancak dahası var… Aşk duygusunun çeşitli meydana çıkış
biçimleri arasında apaçık bir çelişkini, bir mücadele başlangıcının doğduğu da
sık sık görülüyor. “Sizce değerli olan bir dava” için aşk (demek ki sadece bir
dava değil ama kesin olarak sizce değerli olan bir dava), gönlünüzün seçtiği erkek
ya da kadın için duyduğunuz aşkın yanında zorlukla yer buluyor. Kolektiflik
için duyulan aşk, karı koca ve çocuklar için duyulan aşkla mücadele etmek
durumunda kalıyor. Aşk-dostluk aynı andaki aşk-tutku ile çelişki halindedir.
Bir durumda ruhsal uyum egemen olur, diğer durumda tensel uyum aşkın temelini
meydana getirir.
Aşk çok şekilli ve çok bağlantılı oldu. Kültür evrelerinin
binlerce yıl boyunca çeşitli aşk ayrıntılarını geliştirip vurguladığı bugünün
insanının aşk heyecanları alanında hissettiği şey, bu gereğinden çok geniş,
giderek doğru olmayan ve “aşk” denen sözcüğün içinde asla yer bulamıyor artık.
Burjuva ideolojisinin ve kapitalist burjuva yaşam biçiminin
egemenliği altında, aşkın çok şekilli karakteri, acı veren ve çözümsüz bir dizi
psikolojik dramın doğmasına yol açtı. Aşkın bu çok şekilli karakteri, 19.
yüzyılın sonundan beri psikolog yazarların gözde konusu haline geldi. “İki kişi
için aşk” hatta “üç kişi için olan aşk”, burjuva kültürünün üstün kavrayışıyla
temsilcilerinin çoğunu “gizem”iyle öyle uğraştırdı ki allak bullak etti.
1860’lı yıllarda Rus düşünürü ve politika yazarı A. Herzen (İskender) Yanlış Kimde? adlı romanında, bu ruh
karmaşıklığını, duygunun bu ikiye bölünüşünü aydınlatmayı deniyordu. “Ne Yapmalı?”
adlı toplumsal hikayesinde Çernivevski de hevesle bu sorunun çözümünü ele
alıyordu. En büyük İskandinav yazarları Hamsun, İbsen, Björnson ve Heidenstam,
duygudaki bu anlam belirsizliği, aşkın bu çok yönlü görünümü üzerinde sık sık
durdular. Geçen yüzyılın Fransız yazarları da bu sorunla en az bir kez
ilgilendiler; Maetevlinck gibi bizden uzak bir yazar kadar, sosyalizme yakın
düşünceleri olan Romain Roland’ı da bunlar arasında sayabiliriz. Goethe ve
Byron gibi şiir dehaları ve George Sand gibi cinsel ilişkiler alanında gözü pek
öncüler de bu karmaşık sorunu, bu “aşk gizemi”ni yaşamlarının pratiğinde
çözmeyi denediler. Diğer birçok büyük düşünür, şair ve siyaset adamı gibi Yanlış Kimde? romanının yazarı Herzen de
kişisel deneyimlerde bulundu… Bugün hala, “Aştaki anlam belirsizliğinin gizeminin
ağırlığı”, çözüm anahtarını burjuva düşüncesinin sınırları içinde boşuna arayan
çok sayıda “sade” insanın omuzlarında bir yüktür. Oysa bu anahtar proletaryanın
elleri arasındadır. Bu karmaşık sorunu yalnız emekçi yeni insanlığın ideolojisi
ve yaşam biçimi çözebilir.
Burada aşkın anlam belirsizliğinden, “Kanatlı Eros”un
karmaşıklıklarından söz ediyoruz. Ancak bu anlam belirsizliğini, bir erkeğin
birçok kadınla ya da bir kadının birçok erkekle olan cinsel ilişkileriyle, yani
Eros’un hesapta olmadığı durumlarla karıştırmamak gerekir. Duygunun yer
almadığı çok eşlilik (poligami) hoş olmayan ve zararlı bir dizi sonuç
getirebilir (organizmanın vakitsiz tükenmesi ve bugünkü koşullarda cinsel
hastalıkların artma tehlikesi gibi), ama bu tür bağlar ne denli karışık olursa
olsun “ruhsal dramlar” yaratmaz. “Dram”lar ve çatışmalar, aşkın çeşitli ayrıntılarıyla,
çeşitli açığa çıkış biçimleriyle yüz yüze olunduğu zaman başlar. Bir kadın “tüm
gönlünce” falan erkeği seviyordur; düşünceleri, dilekleri ve istekleri onunla
uyum halindedir; ama tensel yakınlık gücü onu karşı konulmaz şekilde başka bir
erkeğe doğru çekmektedir. Bir erkek, falan kadın için ihtimamla dolu bir
sevecenlik duygusu, özenle dolu bir ilgi duymaktadır; oysa diğer bir kadında
“ben”inin dilediği şeylerin en iyisi için anlayış ve destek bulmaktadır.
Eros’un tamamını ikisinden hangisine vermelidir? Ve eğer varlık bütünlüğü her
iki bağın da var olmasıyla gerçekleşiyorsa, niye ruhu yaralamak ve sakatlamak
zorunda olunsun?
Burjuva toplumda aşkın ve duygunun bu sürekli ikiye bölünüşü,
önüne geçilmez acılara yol açmaktadır. Binlerce yıllık mülkiyet içgüdüsü
üzerine kurulmuş olan bir kültür, aşkın da özünün mülkiyet ilkesi olduğu
kanısını işleye işleye belletti insanlara. Burjuva ideolojisi aşkın, karşılıklı
duyulan aşkla birlikte, sevilen kişinin gönlüne tamamıyla ve paylaşmasız sahip
olma hakkını verdiği fikrini insanların kafasına soktu. Bu ideal, aşktaki bu
tekelcilik, elbette eşler arasındaki “eksiksiz ve tekelci aşk” denen burjuva
idealinden ve yerleştirilen karı koca birlikteliği şeklinden ileri geliyordu.
Ama böyle bir ideal, işçi sınıfının çıkarlarına uygun düşebilir mi? Proletarya
ideolojisi görüş açısına göre önemli ve özlenen şey, aksine, insan duygularının
daha zengin, daha çeşitlendirilmiş olması değil midir? Emekçilerin toplumsal
kolektifliklerini sağlamlaştırmayı sağlayacak olan ruhsal ve manevi bağların bu
karmaşık ve birbirine geçmiş ağının gelişip güçlenmesini kolaylaştırabilecek
etken, tam tamına, ruhun çeşitli bağlantıları ve düşüncenin çeşitli görünüşleri
olmasında saklı değil midir? Böylece ruhtan ruha, gönülden gönüle, düşünceden
düşünceye gerili ipler ne kadar artarsa, dayanışma düşüncesi de o denli
kökleşecek, işçi sınıfı idealinin, arkadaşlık ve birliğin gerçekleşmesi de o
denli daha kolay olmayacak mıdır? Aşkta tekelci olmak, aşkta “tamamen
özümlenmiş” olmak, proletarya ideolojisinin görüş açısına göre, cinsler arası
ilişkiler için yönetici ideal olamaz. Tersine, proletarya için kanatlı Eros’un
çok şekilli ve çok yönlü olduğunu keşfetmek, ikiyüzlü burjuva ahlakı tarzında
büyük bir öfkeye, manevi bir hoşnutsuzluğa götürmez onu. Proletarya bu olayı (
ki karmaşık toplumsal nedenlerin sonucudur)kendi sınıf ödevlerine, bir mücadele
anında ya da sosyalist toplumun kuruluşu sırasında cevap verecek doğrultuya
yöneltmek için çaba harcar.
Aşk çok şekilli olsa bile, bu aslında proletaryanın
çıkarlarıyla çelişkili değildir. tersine, daha şimdiden şekillenmekte ve işçi
sınıfının bağrında billurlaşmakta olan cinsler arası ilişkilerdeki aşk
idealinin zaferini kolaylaştırır. Söz konusu olan, açıkça aşk-arkadaşlıktır.
İlk peygamberler devrinin ataerkil insanlığı, aşkı babadan
hısımların bağlantısı biçiminde ortaya koyuyordu. Antik kültürde her şeyin
üstünde aşk-dostluk vardır. Feodal toplum ideal seviyesine şövalyenin
“platonik” aşkını, evlilikten kopmuş ve tensel doyumla hiçbir bağı olmayan aşkı
çıkarıyordu. Burjuva ahlakının aşk ideali ise, karı koca aşkı yani yasaya uygun
çiftti.
İşçi sınıfının, ortaklaşa çalışmadan ve bu sınıfın üyelerinin,
kadın ve erkek, düşünce ve irade dayanışmasından ileri gelen aşk ideali
elbette, biçimde olduğu gibi içeriğinde de diğer kültür dönemlerine özgü aşk
kavramlarından ayırt ediliyor. Öyleyse nedir aşk-arkadaşlık? Bu, proletarya
egemenliği için verilen mücadele atmosferinde hazırlanan çetin işçi sınıfı
ideolojisinin, tatlı ve titreyen kanatlı Eros’u cinsel ilişkilerden acımaksızın
kovma eğilimine mi işaret ediyor? Kesinlikle hayır. İşçi sınıfı yalnız kanatlı
Eros’u yok etme eğiliminde olmamakla kalmıyor, aksine, aşkın psiko-sosyal güç
olarak değerinin kabul edilmesi için yol da açıyor.
Burjuva kültürünün ikiyüzlü ahlakı, Eros’un alacalı ve
pırıltılı kanatlarının tüylerini acımaksızın yoluyor ve onu yalnızca “yasaya
uygun çiftleri” görmeye gitmek için zorluyordu. Burjuva ideolojisi evlilik
dışında yalnızca tüyleri yolunmuş ve kanatsız bir Eros’a, satın alınan (fuhuş)
ya da çalışan (eş aldatma) okşamalar biçiminde anlık cinsel çekiciliğe yer
veriyordu.
İşçi sınıfı ahlakıysa tersine, daha şimdiden billurlaştırmaya
başladığı ölçüler içinde, cinsler arası aşk ilişkilerinin alabileceği dış
biçimleri açıkça bir yana bırakıyor. Proleter sınıfın görevleri bakımından,
aşkın uzayan ve yasallaştırılan bir biçim alması ya da yalın bir şekilde,
geçici bir bağlantıda ifade edilmesi tamamen farksızdır. İşçi sınıfı
ideolojisi, aşkta biçimsel bir sınırın zorla kabul edilmesini istemez. Buna
karşılık daha şimdiden başlayarak, aşkın içeriği ve iki cinsi birbirine bağlayan
duygu ve heyecan ayrıntılarıyla yakından ilgilenir. Ve bu anlamda işçi sınıfı
ideolojisi “kanatsız Eros”u (tensel istekler, fuhuş aracılığıyla bencil cinsel
tatmin ve cinsel eğilimin “kolay zevk” tarzında kendiliğinden amaç haline
dönüşmesi) burjuva ahlakının yapmadığı kadar sert ve acımasızca
kovuşturacaktır. Kanatsız Eros işçi sınıfı çıkarlarına ters düşer. Birincisi,
kaçınılmaz biçimde aşırılıklara ve bunun sonucunda insanlığın çalışma
enerjisini düşürmekten başka bir işe yaramayan fiziki tükenişe götürür.
İkincisi, ruhu yoksullaştırır ve böyle ruhsal ve “sevgi duyguları” ile ilgili
bağların gelişmesini ve güçlenmesini köstekler. Üçüncüsü, alışıldığı biçimiyle
cinsel ilişkilerde hak eşitsizliği üzerine, kadının erkeğe bağımlılığı, erkeğin
kendini beğenmişliği ve kabalığı üzerine kuruludur ve bu da arkadaşlık
duygusunun gelişmesini frenler. “Kanatlı Eros” ise tamamen ters yönde davranır.
Kendiliğinden bellidir ki, kanatlı Eros’un özünde de kanatsız Eros’takinin
aynısı olan cinsler arası çekim bulunur; ancak farklılık, diğer bir kişiyi
seven kişide, yeni kültürün kurucuları için vazgeçilmez olan duyarlılık,
incelik ve diğerine yardım etme arzusu gibi çizgilerin uyanmakta ve meydana
çıkmakta oluşundadır. Burjuva ideolojisi, insanın bu yeteneklerini sadece gönlünün
seçtiği erkek ya da kadına karşı, başka bir deyişle tek kişiye karşı göstersin
istiyordu. Proletarya ideolojisi için önemli olansa her şeyden önce bu
yeteneklerin insan varlığında uyanıp gelişmesi ve sadece gönlünce seçilen
kişiyle olan ilişkilerde değil, kolektifin tüm üyeleriyle olan ilişkilerde de
gösterilmesidir. Aşk duygularındaki incelik, tutkunun sıcaklığı ya da manevi
uyum gibi ayrıntılardan hangilerini kanatlı Eros’ta üstün olduğunu bilmek,
proletarya için pek önemli değildir. Onun önem verdiği tek şey, ayrıntılar ne
olursa olsun, aşkın arkadaşlık duygusunu güçlendirmek ve geliştirmek için
zorunlu olan ruhsal ve manevi öğeleri içermesidir.
Karşılıklı hakların aşkta dahi tanınması, diğerinin
kişiliğini hesaba katma yeteneği, karşılıklı sağlam bir destek, diğerinin
gereksinimlerine karşı dikkatli bir özen ve yürekten ilgi, çıkarlar ya da
dilekler ortaklığına bağlılık, işte aşk-arkadaşlık ideali budur; ve proletarya
ideolojisi, burjuva kültürünün “tekelci” karı koca aşkının yıpranmış ideali
yerine bunu işleme yolundadır.
Proletaryanın, egemenliğini kurmak ve sağlamlaştırmak için
verdiği mücadelenin ağır sorumluluklar ve güçlükler dönemindeki ideali,
aşk-arkadaşlıktır. Ancak hiç şüphe yok ki, sosyalist toplum bir gerçek
olduğunda aşk, yani kanatlı Eros, tamamen yenilenerek bizim hiç tanımadığımız
bir görünümde ortaya çıkacaktır. O zaman, yeni toplumun tüm üyeleri arasındaki
“sevgi bağları” gelişmiş ve sağlamlaşmış, “aşk gücü” çok daha artmış olacak,
aşk-dayanışma, burjuva toplumunda rekabetin ve özgül aşkın oynadığı role benzer
bir motor rolü oynayacaktır. Düşünce ve irade ortaklığı, bireysel kendini
beğenmişliğe üstün gelecektir. Burjuva toplumunda insanların, aşk ve evliliğin
dolambaçlı yollarıyla sık sık kaçmaya çalıştığı “soğuk manevi yalnızlık”
kaybolacaktır; çok sayıda ve değişik bağ insanları gerçek ve ruhsal manevi
ortaklıkta birleştirecektir. Geçmiş yüzyılların insan belleğine gömdüğü cinsler
arası eşitsizliğin ve erkek karşısında kadının bağımlılığının her biçimi iz
bırakmaksızın yok olurken, insan duyguları, toplumsal bilincin gelişimi yanında
denge öğesi olacaktır.
Ruh ve heyecan planında kolektiflikten yana olan bu yeni
Eros, sevinçli bir birlik ve çalışan, yaratıcı bir kolektifin tüm üyeleri
arasındaki kardeşlik temeli üzerinde, insan sevincini kat kat artırmaya elverişli
bir duygu olarak şerfeli yerini alacaktır. Nasıl olacaktır bu değişmiş, yeni
Eros? En gelişkin imgeleme yetisi bile, şimdilik onun portresini çizmekte
güçsüzdür. Ama açık olan şu ki, yeni insanlık dayanışma bağlarıyla daha
sağlamca bağlandıkça, yaşamın, yaratıcılığın ve insan ilişkilerinin tüm
alanlarında ruhsal ve manevi bağlantı daha yüksek düzeyde olacak, ve aşka
kelimenin bugünkü anlamında daha az yer kalacaktır. Bugünkü biçimiyle aşkın
kesin yanlışı, “seven gönüller”in düşünce ve duygularını özümleyerek, aşık
çifti kolektifin geri kalan kısmından koparması ve tek başına bırakmasıdır.
“Aşık çift”in bir kenara konulması, bütün üyelerinin çıkarları, görevleri ve
dileklerinin karmaşık bir ağ oluşturacağı bir kolektiflikten bu manevi ayrılık,
sadece gereksiz değildir, aynı zamanda psikolojik olarak gerçekleşmesi de
olanaksızdır. Bu yeni dünyada, cinslerin kabul edilen normal ve özlenen birlik
biçimi belki, esenlikli, özgür ve doğal (ne aşırılık ne de bozukluk olmadan)
cinsel çekim, “biçim değiştirmiş Eros” üzerine kurulacaktır…
Ama şimdilik iki kültürün dönemcindeyiz henüz. İki dünyanın,
ideolojik cephe dahil tüm cephelerde verdiği zorlu mücadeleyle birleşen bu
geçiş döneminde, proletaryaya ancak en hızlı biçimde ve tüm olanakları
kullanarak “sevgi duyguları”nın birikimini kolaylaştırmak yarar sağlar. Bu
dönemde cinsel ilişkileri belirleyen ahlak ideali, erkeklerde olduğu kadar
kadınlarda da, çıplak cinsel içgüdü değil, fakat aşk ve arkadaşlık
heyecanlarındaki büyük çeşitliliktir. Oluşmakta olan yeni proleter ahlakının
kesin isteklerine cevap vermek için bu heyecanlar, şu üç temel ilkeye
dayanmalıdır:
- Karşılıklı eşitlik (ne erkeğin kendini beğenmişliği ne de kadının kişiliğini bozan aşk köleliği olmadan)
- Diğerinin haklarını tanıma, eşin gönlüne ve ruhuna paylaşmasız sahip olma iddiasını kaldırma (burjuva kültürünün yarattığı ve sürdürdüğü mülkiyet duygusu)
- Arkadaşlara karşı özenli davranış, değerli varlığın ruhsal hareketlerini dinleme ve anlama elverişliliği (Burjuva kültürü bu özenişi aşkta yalnızca kadından istiyordu.)
Ama işçi sınıfı, Kanatlı Eros’un (duygusallık yüklü cinsel aşk)
haklarını ilan etmekle birlikte, kolektif üyelerinin birbirlerine karşı
sevgilerinde daha kaçınılmaz bir duyguyu da getiriyor: Kolektif için aşk-ödev
duygusu. İki cinsi bağlayan aşk ne denli büyük olursa olsun, aralarında örülen
gönül ve düşünce bağları ne denli güçlü olursa olsun, kolektiflik bağları daha
güçlü, daha çok ve daha organik olmalıdır. Burjuva ahlakı her şey sevilen kişi
için olsun istiyordu. Proletarya ahlakı her şey kolektiflik için olsun ister.
Ancak “pekala” dediğinizi işitiyor gibiyim. Sağlam bir
arkadaşlık düşüncesi temeli üzerine kurulan aşk ilişkilerinin, işçi sınıfının
ideali olduğunu kabul edelim. Ama bu ideal, aşkın bu yeni “ahlak ölçüsü” de
sırası geldiğinde aşk heyecanlarının üzerine ağır elini bastırmayacak, ürkek
Eros’un yumuşak kanatlarını örselemeyecek, sakatlamayacak mıdır acaba? Aşkı
burjuva ahlakının zincirlerinden kurtardıktan sonra yeni zincirlere mi
vuracağız yoksa?
Evet haklısınız. Aşk ve eşler arası ilişkilerde burjuva
“ahlak”ını reddeden proletarya ideolojisi için, kendi sınıfına özgü ahlakı,
cinsel ilişkilerde yeni düzeni getirmek ve işlemek kaçınılmazdır. İşçi sınıfı
ideolojisi, çıkarlarına daha iyi cevap verebilmesi için sınıfsal duygularını
belirli bir doğrultuda eğitiyor, burada da duygulara bazı zincirlerin
konulmasını istiyor. Burjuva kültürünün uydurduğu ve geliştirdiği aşkın söz
konusu olduğu yerde, proletaryanın burjuva oluşumlu Eros’un tüylerini yolacağı
da su götürmez. Ancak aşk duygusunu görevleriyle uyum haline getirmek için,
cinsler arası ilişkilere de kendi damgasını vuruyor diye işçi sınıfını yermek,
geleceğe doğru bakmayı bilmemek demektir. Kanatlı Eros’un eski tüyleri yerine,
yükselen sınıf ideolojisi, şimdiye dek hiç görülmemiş güçte, güzellikte ve
parlaklıkta yenilerini koymayı bilecektir. Bu açıktır. Unutmayın ki, aşk
insanlığın ekonomik ve kültürel temelleriyle birlikte kaçınılmaz olarak
değişiyor ve dönüşüme uğruyor.
Eğer aşk ilişkilerinde kör, özümleyici ve istekli tutku
gücünü yitiriyorsa, sevilen kişiye “daima” bağlanma şeklindeki bencil arzu ve
mülkiyet duygusu zayıflıyorsa, erkeğin kendini beğenmişliği ve kadının kendi
“ben”inden akıl almaz biçimde vazgeçmesi kaybolursa, tüm bunlara karşılık aşkta
diğer değerli çizgilerin geliştiği görülecektir. Kişinin başkasına karşı
saygısının, onun haklarını önemseme yeteneğinin güçlendiği, karşılıklı ruh
inceliğinin geliştiği, aşkı yalnızca öpücük ve okşamalarla değil, eylem, irade
birliği ve ortak eserle de ifade etme isteğinin arttığı görülecektir.
Proletarya ideolojisinin işi, Eros’u sosyal ilişkilerden
kovmak yerine onu yeni oklarla süslemek, yeni ve büyük bir ruhsal güç olan
dayanışma-arkadaşlık düşüncesiyle cinsler arasındaki aşk duygusunu eğitmektir.
Aşk sorunlarına karşı emekçi gençliğin artarak gösterdiği
ilginin, bir “gerileme” belirtisi olmadığının şimdi artık açıklığa kavuştuğunu
umuyorum. Şimdiki aşkın yalnızca proletarya ideolojisinde değil, genç emekçiler
arasındaki canlı ilişkiler içinde de alması gereken yeri kendiniz
bulabileceksiniz.”
Görüldüğü gibi, Alexandra Kollontai’nin daha 20. yüzyılın
başında kaleme aldığı bu satırlar engin bir ileri görüşlülüğün eseridir. Çünkü
her satırı ve her kelimesi, bugün bile tazelik, canlılık ve geçerliliğini
korumaktadır.
Buraya kadar yazılanlardan ben şu sonuçları çıkarıyorum;
insanın monogam bir yaşam sürecek yapıda olduğuna inanmamaktayım. Kollontai’nin
de dediği gibi, insan toplumlarında cinsel ilişkilerin gelecekteki kolektif
yaşam tarzına uygun düşmesi gerektiğine katılıyorum. Kimsenin eşine bir mal
gibi sahip çıkmaması gerektiğine, sevginin de kolektif bir ruhla
paylaşılabileceğine, bunun insan ruhuna daha uygun bir davranış tarzı
olacağına, ve sahiplenmeci aşkların geçmişte ve günümüzde sık sık yol açtığı
kıskançlık dramına ve aile facialarına, kolektif toplum insanının paylaşımcı
aşk anlayışının engel olabileceğine inanıyorum.
Türkiyeli devrimciler ve biz Kıbrıslı Türk devrimciler, bir
ortaçağ isyancısı olan Şeyh Bedreddin’in “Yarin yanağından gayrı her yerde ve
her şeyde ortaklık” ilkesiyle yetişen devrimcileriz. Şimdi anlıyorum ki
zamanına göre önemli bir hümanizm ve paylaşımcılık içeren bu ilke, aynı zamanda
kadını bir mal olarak gören ataerkil ortaçağ anlayışını da yansıtmaktadır.
Çünkü karısını (eşini, yârini) mal olarak gören Şeyh Bedreddin, karısından
gayrı tüm mallarını paylaşmaya hazırdır! Öyle sanıyorum ki komünist düzenin
insanı, yârin yanağını da paylaşmaya hazır bir kolektivizm ruhu, toplu insan
sevgisi, aşk-dostluk, aşk-arkadaşlık ve sınırsız cinsel özgürlüklerin insanı
olacaktır.
3. Eğitimcinin Kendisi de Eğitilmelidir...
Biz
sosyalistler bugünkü proleter hareketin, devrim hareketinin liderleri ve
yarının toplumsal düzeninin kurucuları olma iddiasındayız. Bu anlamda
kitlelerin önderi ve eğiticileri olmak durumundayız. Hal böyleyken bizim de
birçok konuda eğitim eksikliğimiz olduğu açıktır. Özellikle toplumsal ahlak ve
cinsellik gibi önemli bir konuda ortaya koyduğumuz gelenekselcitavır ve
görüşler, bu alandaki geri kalmışlığımızın en bariz kanıtıdır.
Cinsel
eğilimi özgür kılmak ve olumlamak yerine onu burjuva ahlak ve değer
yargılarıyla mahkum etmek, bu konuda örgütlü devrimci ve sosyalistleri bir
çırpıda harcamak, cinsel mutluluğun genel toplumsal güvenliğin en sağlam
güvencesini oluşturduğunu anlayamadığımızın göstergesidir.
“Ataerkil ve
buyurgan bir biçimde yaşayan insanın, kendi sistemiyle çalışan, yaşamdan zevk
alabilen, özgür bir insan haline getirilmesinin son derece güç bir iş olduğunu
anlamamız gereklidir. Marx’ın ‘Eğiticinin kendisi de eğitilmelidir’ sözüne
somut bir içerik kazandırmamızın zamanı gelmiştir. Gerçekten özgür insanlardan
oluşmuş bir toplumun güvencesi, ancak ve ancak çocuğun zihinsel ve bedensel
yapısının canlılığındadır. Yeni kuşağı eğitecek kişilerin, anne ve babaların,
eğitim bilimcilerin, örgütsel önderlerin, devletin başında bulunanların ve
iktisatçıların; çocukların ve gençlerin cinsel tutum bilime uygun bir biçimde
eğitilmesi düşüncesini kabul edebilmeleri için, önce kendilerinin cinsel yönden
sağlıklı olması gereklidir. Cinsel mutluluğa gidebilecek bütün yollar, daha
başından açıkça güvenlik altına alınmalıdır.” (Wilhelm Reich – Cinsel Devrim,
S:320-321)
“İnsan
toplumunun sosyalist dönüşümünde proleter gençliğin önemli bir rolü olduğu
yadsınamaz. Bugünkü gençlik, genel olarak kendi gereksinimleriyle orantılı bir
yaşam süren, buyurganlığa düşman, bağımsız, işinden zevk alabilen, cinsel
doyuma erebilen, belli bir davaya körü körüne değil, özgür seçimle bağlanan bir
gençlik değildir. Bugünkü gençlik soyut bir komünizm ülküsü uğruna savaşmayan,
komünizmin amacının kendi özgün yaşamının gerçekleşmesi olduğunu bilmeyen bir
gençliktir. Buyurgan toplumun başlıca özelliği, gençliğin bu toplumda kendine
özgü bir yaşamı bulunduğunun bilincine varamayışıdır. Dolayısıyla gençler ya hüzünlü bir yaşamı
bitki gibi sürdürürler, ya da bir şeylere körü körüne bel bağlarlar. Devrimci
gençlikse, gereksinimlerinin bilincine vardığı için, en güçlü ve sürekli
coşkuyu, yaşama sevincini geliştirir. Oysa ‘genç’ ve ‘bağımsız’ olmak cinsel
yaşamın olumlanmasını gerektirir. Proleter gençlik uzun bir zaman dilimi
içerisinde, devrime ancak yaşamın olumlanmasıyla inandırılabilir. Düşünsel
yapısı, toplumculuğa doğru ancak bu olumlamanın yardımıyla değiştirilebilir.”
(Wilhelm Reich – Cinsel Devrim, s:273)
“Bir devrimci
hareketin görevi, genel olarak bakıldığında, eskiden baskı altında tutulan
bitkisel gereksinimleri özgür bırakmak ve doyurmaktır. Toplumculuğun gerçek
anlamı budur.” (Wilhelm Reich, age. s:299) “Çünkü ruhsal
yapının oluşumu, yaşanan şeyin içeriğine değil, o sıradaki bitkisel
uyarılmaların niteliğine bağlıdır (age. s:272). Bu nedenle, devrimci bir
zihinsel yapı yaratmak için bitkisel ve cinsel canlılığı ayakta tutmak gerekir.
Ancak bu hatırı sayılır ölçüde güç bir iştir. Bu konudaki temel güçlük, devrimci
kamp papazlarından kaynaklanır. Bu kampta, cinsel açıdan dokuları manda
derisine dönmüş gerici aydınlar, gerekçeleri hastalıklı devrimciler vardır.
Bunlar olumlu bilgiye katkıda bulunacak yerde habire kafaları karıştırırlar.”
(Wilhelm Reich, age. s:308)
Günümüz
‘sol’u ve özellikle de sözde kadın hakları savunucusu olan feministler, sağlıklı
cinsel yaşamın baskı altına alınmasının, ortaklaşa çalışmayı aksatan düzensiz
bir cinsel etkinliğe yol açtığını anlayamamaktadır. Kapitalist ahlak düzeninin
cinsel yaşamlarımızda bizi (tüm toplumu) itmiş olduğu zorlukların yarattığı
kargaşanın toplumsal yaşamımızı aksatan başlıca etkenlerden biri olduğunu
anlamalıyız. Toplumsal (sınıfsal) çıkarların cinsel çıkarlarla nasıl
bağdaştırılabileceğine kafa yormalıyız. Bir önceki bölümde yapmış olduğumuz
alıntıda, Alexandra Kollontai böylesi bir çalışmanın bulunmaz bir örneğini
sunmuştur.
Bu noktada
Wilhelm Reich’ın ilginç gözlem ve önermelerini de genişçe bir alıntıyla
aktararak yazımı sonlandırmak istiyorum.
Yukarıdaki gözlemleri özetlemek üzere şunu söyleyebiliriz:
1. 1900’lerde ailenin durumu belli oranda yalındı. Bireyler ailenin dar kabuğu içerisinde yaşıyordu. Aileyle ya da kişilerin ailesel yapılarıyla çelişen topluluklar yoktu. Aile ile buyurgan ve ataerkil devletin toplumsal düzeni arasında bir çatışma da yoktu. Bastırılan cinsel yaşam, arzu nöbetlerinde, kişilik bozuklukları ve cinsel soğuklukta, sapıklıklarda, intiharlarda, çocuklara çektirilen acılarda ve savaşçı bağnazlıkta çıkış yolu buluyordu.
1930’lara doğru durum çok daha karmaşıktı. Toplu üretimin ve ailenin iktisadi temelinin yok edilmesinin etkisiyle, aile kurumu dağılmaktaydı. Hala ayakta duruyorsa, bu iktisadi nedenlerden çok insanın ruhsal yapısından ötürüydü. Aile ne yaşayabiliyor ne de can verebiliyordu. İnsanlar hem aile içerisinde yaşayamayacaklarını hem de onsuz yapamayacaklarını hissediyordu. Tek bir eşle ömür boyu yaşayamadıkları gibi yalnız da kalamıyordu. Sözün kısası, tutucu ülkelerde, aile bağlarından yeni kurtulmuş insanın gereksinimlerini doyurucu bir biçimde üstlenecek bir yaşama yolu yoktu.
2. Sovyetler Birliği’nde yeni bir yaşama biçimi yaratıldı. Bu, kan bağıyla bağlı bulunmayan kişilerin oluşturduğu yeni aile biçimiydi. Eski evliliği konu dışı bırakıyordu. Bundan sonraki soru ise, yeni topluluklardaki cinsel ilişkilerin hangi biçime girebileceğiydi. Bu konuda bir önermede bulunmaya ne gücümüz yeter, ne de böyle bir görevimiz vardır. Bizim yapabileceğimiz tek şey, cinsel devrimi yakından izleyerek, özgür bir toplumun iktisadi ya da toplumsal biçimlerine aykırı düşmeyen yönelimlerini desteklemektir. Bu ise genel olarak cinsel mutluluğun kesinlikle ve somut bir biçimde olumlanmasını gerektirir. Cinsel mutluluk ne zorlayıcı tek eşlilikte, ne de sevgisiz ve doyumsuz, rastlantısal bağlılıklarda (“yakışıksız kadın-erkek kaynaşması”nda) tadılabilir. Sovyet topluluğu, çileci yaşama biçimiyle, kesin ve zorlayıcı tek eşliliği konu dışı saymıştır. Cinsel ilişkiler yepyeni bir evreye girmektedir. Ortaklaşa yaşayış insan ilişkilerini öylesine çok biçimli kılar ki, eş değiştirmeyi ya da üçüncü kişilerle ilişki kurmayı önleyecek korkuluklar düşünmek olanaksızdır. İnsan bu sorunun yalnızca iktisadi değil, ruhsal yapıyla ilgili olduğunu ancak, sevilen kişinin başka birine sarıldığını bütün acısı ve ciddiliğiyle anladığı, bunu etkin ve edilgin olarak sınadığı zaman anlayabilir. Erkekler ve kadınların sayıca eşit olduğu bir toplulukta, pek çok eş değiştirme olanağı doğar.
Yeni bir cinsel düzenin ortaya çıktığı bu acılı süreci anlamaya ve denetim altına almaya girişmemek, tehlikeli bir yanılgı olurdu. Söz konusu süreç, ahlakçı yoldan değil, yaşamın olumlanmasıyla denetim altına alınmalıdır. Sovyet gençliğinin bunu öğrenmesi çok pahalıya patlamıştır; edinilen ders boşa gitmemelidir.
İnsanın ruhsal (zihinsel) yapısı toplu yaşayışa uydurulmalıdır. Bu uyum hiç kuşkusuz eski kıskançlık duygusunun ve eşini yitirme korkusunun ortadan kalkmasına yol açacaktır. Genellikle, insanlar cinsel bağımsızlığa hazır değildir; eşlerine, onlardan ayrılmalarını olanaksızlaştıran, sevgisiz, yapışkan bağlarla bağlıdırlar; onu yitirdikleri zaman başka bir eş bulamamaktan korkarlar. Bu korkunun temelinde çoğu kez, çocukluk döneminden kalma bir, ana babaya, kız ya da erkek kardeşe saplanma yatar. Ailenin yerine ortaklaşmacı topluluk geçirilebilseydi, bu hastalıklı saplanmalar olmaz, dolayısıyla cinsel yalnızlık duygusunun çekirdeği de yok edilirdi. Böylece uygun eş bulabilme olanakları elle tutulur derecede artar, kıskançlık sorunu hemen hemen bütünüyle ortadan kalkardı. Gerçekten de, acısız ve yıkımsız sürekli bağlılık değiştirmeye elverişlilik, yaşamın temel sorunlarından biridir. Yeni bir zihinsel yapıya kavuşturma girişimi, bireyleri aynı anda hem türlerine özgü cinsel sevgiyi, hem de insanca sevgiyi duyabilecek, cinsel yaşamı çocukluktan başlayarak deneyebilecek güce, yani bedensel boşalma gücüne kavuşturmalıdır. Cinsel bozuklukların, sinir hastalıklarının, doyumsuz çok eşliliğin, yapışkan cinsel yatırımın ve bilinçsiz cinsel etkinliğin önlenmesi büyük çabalar ister. Yapılması gereken, insanlara nasıl yaşarlarsa daha iyi olacağını söylemek değil, cinsel yaşamlarını tehlikeli toplumsal dertler yaratmadan kendi başlarına düzene koyabilmelerini sağlayacak biçimde eğitmektir. Bu ise her şeyden önce, toplum tarafından sınırlandırılmayıp aksine desteklenen doğal cinsel yaşamın geliştirilmesini gerektirir. Eşine karşı içten olabilme ve kıskançlık duygularına kabalık yapmadan dayanabilme yeteneği ancak sonradan gelişebilir. Cinsel yaşamdaki çatışmalar bütünüyle yok edilemez, ama çözüme bağlanmaları kolaylaştırılabilir ve kolaylaştırılmalıdır.
Sinir hastalıklarının toplumsal alanda tutarlı olarak önlenmesi denemesi, bireylerin günlük kaçınılmaz çatışmalarını hastalıklı bir tutumla karmaşıklaştırmalarına dikkat etmelidir. Cinsel açıdan kendine güven kitleler arasında yayılabilseydi, ahlaki ikiyüzlülük toplumsal suç sayılırdı. Ortaklaşa yaşam düşüncesinin cennet düşüncesiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Gerçekten de, kavga, acı ve cinsel etkinlik yaşamın ayrılmaz parçalarıdır. En önemli iş, bireylerin zevki ve acıyı tam bir bilinçle duyumsamasına, bunları akıl yoluyla denetim altına almasına izin verecek bir düzen kurmaktır. Zihinsel yapıları böyle kurulan bireyler köle olamazlar. Yaşamlarını buyurgan ilkelerden uzak, kendi başlarına çekip çevirebilmeyi ve canla başla çalışmayı, ancak cinsel açıdan sağlıklı kişiler becerebilir. Bu nokta iyi anlaşılmadıkça, insanlara yeni bir zihinsel yapı kazandırma girişimleri başarısızlığa uğramaktan kurutulamaz; hatta bu görevin doğru dürüst bir tanımlanması bile yapılamaz. Gerçekten de insanın cinsle yapısının toplu yaşayışa uymayışı, nesnel açıdan gerici sonuçlar doğurur.
Bu uyumu ahlaki ve buyurgan zorunluluklarla sağlamaya çalışmak bizi ancak başarısızlığa götürür. İnsanlardan “istemli” cinsel sıkıdüzen bekleyemezsiniz. Bu sıkıdüzen ya vardır ya da yoktur. Biz ancak insanların doğal yeteneklerinin tam anlamıyla gelişmesine yardım edebiliriz.” (Wilhelm Reich – Cinsel Devrim, s:290-93)
1930’lara doğru durum çok daha karmaşıktı. Toplu üretimin ve ailenin iktisadi temelinin yok edilmesinin etkisiyle, aile kurumu dağılmaktaydı. Hala ayakta duruyorsa, bu iktisadi nedenlerden çok insanın ruhsal yapısından ötürüydü. Aile ne yaşayabiliyor ne de can verebiliyordu. İnsanlar hem aile içerisinde yaşayamayacaklarını hem de onsuz yapamayacaklarını hissediyordu. Tek bir eşle ömür boyu yaşayamadıkları gibi yalnız da kalamıyordu. Sözün kısası, tutucu ülkelerde, aile bağlarından yeni kurtulmuş insanın gereksinimlerini doyurucu bir biçimde üstlenecek bir yaşama yolu yoktu.
2. Sovyetler Birliği’nde yeni bir yaşama biçimi yaratıldı. Bu, kan bağıyla bağlı bulunmayan kişilerin oluşturduğu yeni aile biçimiydi. Eski evliliği konu dışı bırakıyordu. Bundan sonraki soru ise, yeni topluluklardaki cinsel ilişkilerin hangi biçime girebileceğiydi. Bu konuda bir önermede bulunmaya ne gücümüz yeter, ne de böyle bir görevimiz vardır. Bizim yapabileceğimiz tek şey, cinsel devrimi yakından izleyerek, özgür bir toplumun iktisadi ya da toplumsal biçimlerine aykırı düşmeyen yönelimlerini desteklemektir. Bu ise genel olarak cinsel mutluluğun kesinlikle ve somut bir biçimde olumlanmasını gerektirir. Cinsel mutluluk ne zorlayıcı tek eşlilikte, ne de sevgisiz ve doyumsuz, rastlantısal bağlılıklarda (“yakışıksız kadın-erkek kaynaşması”nda) tadılabilir. Sovyet topluluğu, çileci yaşama biçimiyle, kesin ve zorlayıcı tek eşliliği konu dışı saymıştır. Cinsel ilişkiler yepyeni bir evreye girmektedir. Ortaklaşa yaşayış insan ilişkilerini öylesine çok biçimli kılar ki, eş değiştirmeyi ya da üçüncü kişilerle ilişki kurmayı önleyecek korkuluklar düşünmek olanaksızdır. İnsan bu sorunun yalnızca iktisadi değil, ruhsal yapıyla ilgili olduğunu ancak, sevilen kişinin başka birine sarıldığını bütün acısı ve ciddiliğiyle anladığı, bunu etkin ve edilgin olarak sınadığı zaman anlayabilir. Erkekler ve kadınların sayıca eşit olduğu bir toplulukta, pek çok eş değiştirme olanağı doğar.
Yeni bir cinsel düzenin ortaya çıktığı bu acılı süreci anlamaya ve denetim altına almaya girişmemek, tehlikeli bir yanılgı olurdu. Söz konusu süreç, ahlakçı yoldan değil, yaşamın olumlanmasıyla denetim altına alınmalıdır. Sovyet gençliğinin bunu öğrenmesi çok pahalıya patlamıştır; edinilen ders boşa gitmemelidir.
İnsanın ruhsal (zihinsel) yapısı toplu yaşayışa uydurulmalıdır. Bu uyum hiç kuşkusuz eski kıskançlık duygusunun ve eşini yitirme korkusunun ortadan kalkmasına yol açacaktır. Genellikle, insanlar cinsel bağımsızlığa hazır değildir; eşlerine, onlardan ayrılmalarını olanaksızlaştıran, sevgisiz, yapışkan bağlarla bağlıdırlar; onu yitirdikleri zaman başka bir eş bulamamaktan korkarlar. Bu korkunun temelinde çoğu kez, çocukluk döneminden kalma bir, ana babaya, kız ya da erkek kardeşe saplanma yatar. Ailenin yerine ortaklaşmacı topluluk geçirilebilseydi, bu hastalıklı saplanmalar olmaz, dolayısıyla cinsel yalnızlık duygusunun çekirdeği de yok edilirdi. Böylece uygun eş bulabilme olanakları elle tutulur derecede artar, kıskançlık sorunu hemen hemen bütünüyle ortadan kalkardı. Gerçekten de, acısız ve yıkımsız sürekli bağlılık değiştirmeye elverişlilik, yaşamın temel sorunlarından biridir. Yeni bir zihinsel yapıya kavuşturma girişimi, bireyleri aynı anda hem türlerine özgü cinsel sevgiyi, hem de insanca sevgiyi duyabilecek, cinsel yaşamı çocukluktan başlayarak deneyebilecek güce, yani bedensel boşalma gücüne kavuşturmalıdır. Cinsel bozuklukların, sinir hastalıklarının, doyumsuz çok eşliliğin, yapışkan cinsel yatırımın ve bilinçsiz cinsel etkinliğin önlenmesi büyük çabalar ister. Yapılması gereken, insanlara nasıl yaşarlarsa daha iyi olacağını söylemek değil, cinsel yaşamlarını tehlikeli toplumsal dertler yaratmadan kendi başlarına düzene koyabilmelerini sağlayacak biçimde eğitmektir. Bu ise her şeyden önce, toplum tarafından sınırlandırılmayıp aksine desteklenen doğal cinsel yaşamın geliştirilmesini gerektirir. Eşine karşı içten olabilme ve kıskançlık duygularına kabalık yapmadan dayanabilme yeteneği ancak sonradan gelişebilir. Cinsel yaşamdaki çatışmalar bütünüyle yok edilemez, ama çözüme bağlanmaları kolaylaştırılabilir ve kolaylaştırılmalıdır.
Sinir hastalıklarının toplumsal alanda tutarlı olarak önlenmesi denemesi, bireylerin günlük kaçınılmaz çatışmalarını hastalıklı bir tutumla karmaşıklaştırmalarına dikkat etmelidir. Cinsel açıdan kendine güven kitleler arasında yayılabilseydi, ahlaki ikiyüzlülük toplumsal suç sayılırdı. Ortaklaşa yaşam düşüncesinin cennet düşüncesiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Gerçekten de, kavga, acı ve cinsel etkinlik yaşamın ayrılmaz parçalarıdır. En önemli iş, bireylerin zevki ve acıyı tam bir bilinçle duyumsamasına, bunları akıl yoluyla denetim altına almasına izin verecek bir düzen kurmaktır. Zihinsel yapıları böyle kurulan bireyler köle olamazlar. Yaşamlarını buyurgan ilkelerden uzak, kendi başlarına çekip çevirebilmeyi ve canla başla çalışmayı, ancak cinsel açıdan sağlıklı kişiler becerebilir. Bu nokta iyi anlaşılmadıkça, insanlara yeni bir zihinsel yapı kazandırma girişimleri başarısızlığa uğramaktan kurutulamaz; hatta bu görevin doğru dürüst bir tanımlanması bile yapılamaz. Gerçekten de insanın cinsle yapısının toplu yaşayışa uymayışı, nesnel açıdan gerici sonuçlar doğurur.
Bu uyumu ahlaki ve buyurgan zorunluluklarla sağlamaya çalışmak bizi ancak başarısızlığa götürür. İnsanlardan “istemli” cinsel sıkıdüzen bekleyemezsiniz. Bu sıkıdüzen ya vardır ya da yoktur. Biz ancak insanların doğal yeteneklerinin tam anlamıyla gelişmesine yardım edebiliriz.” (Wilhelm Reich – Cinsel Devrim, s:290-93)
“Özdemir Göçer” (Şubat 1995)
Mehmet Birinci (Şubat 2019)
Mehmet Birinci (Şubat 2019)
Yorumlar
Yorum Gönder