Proleter Demokrasi ve Cinsel Yaşam

1. Günlük Yaşama İlişkin Sorunlar

Dünyayı ve toplumu değiştirme iddiasında olan biz komünistler, sosyalizm ve komünizm uğruna mücadele ederken günlük yaşamımızı nasıl düzenlemeliyiz? Biz sıradan insanlar değil miyiz? Bizim yaşam biçimimiz ve günlük sorunları ele alış tarzımız herkesten farklı mı?
Proletarya iktidarını hedefleyen sınıf mücadelesinin genel stratejisi ve seyri içinde bu sorular neredeyse hiç önemsenmeyen, ya da zamansız oldukları düşünülerek yanıtlanması sürekli ertelenen sorulardır. Ama gerçekte bu görünüm çok yanıltıcıdır. Sosyalizm için mücadele eden bireyler, özellikle de örgütlü bireyler, değişime önce kendilerinden ve yakın çevrelerinden başlamalıdır. 

Evet, komünistler gerçekten de sıradan insanlar değildir. Onları sıradışı yapan; tüm insanlığın sınıfsız topluma ulaşması, ne ezen ne de ezilenin olmayacağı, herkesin gereksinimlerini özgürce ve rahatça karşılayabileceği bir toplumsal düzene inanmaları ve bunun için mücadele etmeleridir. Ama bu mücadele, soyut düzeyde bir idealizm olarak kaldığı zaman değil, geleceğin toplumuna ait anlayış ve yaklaşımları bugünden günlük yaşama uygulayarak yürütüldüğü zaman anlam ve değer kazanır. Komünistleri sıradışı yapan, komünist idealizmden çok böylesine mücadele içindeki yaşam tarzlarıdır. 

Yirminci yüzyıl görkemli sosyalizm deneyimlerine sahip bir zaman dilimi olarak tarihte yerini almıştır. Bu yüzyılda proletaryanın sosyalist devletlerinin tekrar kapitalizm cephesine kayıp verildiğine tanık olduk. Bu yenilginin nedenleri üzerinde gelecekte çok durulacaktır. Bu nedenler arasında, komünist devrimciler ve proleter yöneticilerin günlük yaşama ilişkin gelenek ve kültürlerindeki gelişmenin siyasal gelişmelerinin çok gerisinde kalmış olması, özellikle de insan cinselliğine ilişkin konularda birtakım önyargıları aşamamış olmalarının ne denli önemli olduğu gelecekte sık sık vurgulanacaktır. 

Cinsel özgürlükleri de kapsayan bireysel özgürlüklerin eksiksiz bulunmadığı hiçbir toplum özgür bireyler topluluğu olamaz. Bu nedenle bu sorunlara hak ettikleri ilgiyi göstermek, kadrolarımızı ve insanlarımız siyasal konularda olduğu gibi sosyal konularda da eğitmek görevimizdir. 

“Bir toplumun erkekleri ve kadınlarının az ya da çok uymaya çalışması için çaba harcanan ve iyi düzenlenmiş olan cinsel yaşamla ilgili ilkeler, o toplumdaki düşüşle birlikte yıkılıyorlar. Eski ilkeler geçerli değil; yenilerine gelince kafalarda büyük bir şaşkınlık hüküm sürüyor. Ülke yöneticileriyle kuramcılar, cinsel yaşamla ilgili bu denli önemsiz sorunlarla uğraşmak yerine yapacak başka işleri olduğunu düşünüyor ya da açıklıyorlar. Hemen hemen sadece bir kişi, Alexandra Kollontai, daha 1918’de, Wilhelm Reich’ın 1936’da açıkladığı şeylerden acı acı yakınıyordu: Bu sorunlar üzerine düşünme eksikliği ve cinsel sorunların hasıraltı edilmesi (yok sayılması). Kollontai, ‘İşçi sınıfının temel ödevlerinden birine karşı bu affedilmez aldırmazlığımız nereden geliyor?’ diye sorar. ‘Cinsel sorunu, kolektif bir çabayı gerektirmiyor deyip ikiyüzlülükle ‘aile işleri’ rafına kaldırmayı nasıl açıklamalı? Sanki cinsler arasındaki ilişkiler ve bu ilişkileri düzenleyen bir ahlak yasasının geliştirilmesi, tarih boyunca toplumsal savaşımın değişmez öğelerinden biri olarak görülmemiş, sanki belirli bir toplumsal grubun sınırları içerisinde hasım sosyal sınıflar arasındaki savaşın sonucunu temelinden etkilememiş gibi! İşte en açık görünümüyle durum bu.” (Alexandra Kollontai’nin Marksizm ve Cinsel Devrim adlı kitabında, Judith Stora Sundor’un önsözü, s:54)

20. yüzyıl dünyanın her tarafında, tüm geri kalmış köşelerinde kapitalizmin süratle yayıldığı, üçüncü dünya ülkelerinde feodal üretim biçiminin kapitalist üretim biçimine dönüştüğü bir dönem oldu. Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren hız kazanan elektronik devrim kapitalist dönüşümü süratlendirerek sosyalist devrim için tüm dünyada şartları olgunlaştırmaya başlamıştır. 

İşte bu dönüşümle birlikte, daha 1950’li yıllara kadar ülkemizde de yaygın olan feodal kültür ve yaşam ilkeleri, Judith Stora Sundor’un ifade ettiği gibi süratle çöküntüye uğramış, ama bunların yerine geçirilecek olan yeni yaşam ilkeleri bir türlü berraklığa kavuşturulamamıştır. Halen ülkemizde feodal kültür ilkeleriyle büyümüş, büyük aile içinde yetişmiş nesille, kapitalizmin bireyci kültürünün etkisinde yetişen nesil bir arada bulunmaktadır. Günlük yaşam ilkelerine ve özellikle cinsel yaşam kurallarına dair kafalarda gerçekten de büyük bir şaşkınlık hüküm sürmektedir. Doğru ve yanlış tavrın, toplumsal ahlak düzenine uygun düşen ve düşmeyenin ne olduğunu ortaya koyabilmek, artık geçerliliğini kaybetmiş ilkelerin yerinin hangi ilkelerle doldurulacağını belirleyebilmek hiç de kolay bir iş değildir. 

Bugün için doğru olan uygulamaları, geçmiş ahlak düzeninin tutucu baskıları altında yaşama geçirmek bazen olanaksız, çoğu kez de çok zordur. Günümüzde birçok insan halen geçerli ahlak kurallarına aykırı yaşam pratikleri içindedir. Fakat bunu topluma ters düşmemek ya da toplumsal baskılardan kendilerini korumak amacıyla gizli yapmaktadırlar.

Kapitalist toplum, bireyi ve özellikle de kadını özgürleştirmiyor. Gerçi kapitalizm kendisinden önceki toplumsal düzenlerden çok daha radikal bir şekilde, kadını iş gücünü satacak kadar özgürleştiriyor, ama ona cinsel özgürlüğünü tanımıyor. Kapitalist toplumda gerçekten özgür yaşamayı, kendi kişiliğini ortaya koymayı deneyen kadınlar her türlü toplumsal önyargıyı karşılarına alarak, topluma rağmen bunu yapabilen kadınlardır. Bunlar da genellikle proleter kadınlar arasından çıkmaktadır. 

Ahlaki değerler, şimdilerde başta gelişmiş kapitalist toplumlar olmak üzere tüm dünyada bir dönüşüm süreci içindedir. Fakat kapitalist toplum bu dönüşümü tamamlayacak yeteneğe sahip değildir. Bu dönüşüm insan topluluklarını ancak sosyalizmle gerçek özgürlüğe ulaştırabilecektir. Kadının gerçek kurtuluşu da sosyalizmle başlayacaktır. 

20. yüzyılda yaşanan sosyalizm deneyimi, tüm yetersizliklerine rağmen, kadınların özgürlüğü konusunda çok büyük başarılar elde edildiğine tanık olmamızı sağladı. Sosyalist devrim, Marx’ın toplumsal devrimin “evliliğe son vereceğini” söyleyen öngörüsünü doğrulamıştı. Evli olmayan çiftlere çocuk yapma hakkı tanınmış, tüm çocuklar devlet koruması altına alınarak “kutsal aile” nosyonunun dağılması yönünde dev adımlar atılmıştı. Doğum kontrolü, kürtaj ve eşcinsellik özgür kılınmış, fuhuş yasaklanmış, fahişeler işsiz kabul edilerek işsizlik haklarından yararlandırılmış ve uygun işlere yerleştirilmiştir. 

Sovyetler Birliği’nden ne yazık ki daha sosyalizm yenilmeden önce Sovyet cinsel devrimi bastırılmış, cinsel yaşamın yine ahlakçı ve buyurgan yöntemlerle düzenlenmesine geri dönülmüştü. Cinsel alandaki geriye dönüş, öbür alandaki geriye dönüşten daha önce gerçekleşmişti. Bu olgu bir tesadüf müdür? Hayır. Geriye dönüşün cinsel karşı devrimle başlaması boşuna değildir.

“Bir toplumun cinsel süreci, öteden beri, zihin eğitimi sürecinin can alıcı noktası olagelmiştir.” (Wilhelm Reich, Cinsel Devrim, s:206) “Cinsel yaşamın alacağı yeni biçim, çocuğa verilen eğitimin gözden geçirilmesiyle başlamalıdır.” “İşçi hareketlerinin siyasal önderleri bu soruna gereken dikkatle eğilmedikçe, cinsel yaşamın yeniden düzene koyulması işi başarıya ulaşamayacaktır.” (age. s:322)
 

Devrimci ve Sosyalistlerin Konuyla İlgili Yanılgıları

Günümüzde halen devrimci ve sosyalistler arasında da yaygın bir şekilde eski toplumun ahlak kurallarından kaynaklanan tüm değer yargıları sosyalist ahlak diye sunulmaktadır. Özellikle cinsel yaşama ilişkin sosyalist düşüncelerin ayrıntılı olarak incelenmediği, hatta hiç bilinmediği çok açıktır. 

 Bu bilgisizlik ortamının devrimci ve sosyalistlerin özel hayatlarına ilişkin birtakım sorunlara yol açtığı gözlemlenmektedir. Bu sorunların kaynağı, her şeyden önce kafa eğitimi süreci henüz geleneksel ahlak noktasını aşamamış devrimci “aydınlarımızın” bağnazlığıdır. Ülkemizdeki en ileri bilince sahipdevrimciler, sosyalistler ve komünistler  olarak, sol çevrelerin halen mustarip bulunduğu bu tutucu ahlak anlayışına bir son vermek önümüzde bir görev olarak durmaktadır. 

Bu noktada önce “Sosyalist toplumda kadın-erkek ilişkileri nasıl ele alınmalıdır?” sorusunu yanıtlamaya çalışacağım. 

‘Sol’ bu soruyu yanıtlarken Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinden ve Marx-Engels’in komünist manifestosundan sıkça alıntılar yapmayı sever. Ancak bu eserlerde anlatılanların içeriğini kavramamış olacaklar ki, bunlardan adeta “bugün içinde yaşadığımız burjuva toplumunda sosyalistlerin benimseyeceği moral değerler” olarak ilan ettikleri şu sonuca varmaktadırlar; “Sosyalistler kadın-erkek ilişkilerinde eşlerin birbirleri üzerinde herhangi bir çıkar talep etmedikleri, sadece karşılıklı cinsel aşkla birbirlerine bağlandıkları ve birbirlerini aldatmadıkları, dürüst ve eşit davrandıkları tek eşli bir ilişki modeli benimsemelidir. Böyle bir ilişki belli bir yoğunluk ve derinlik içerir. Cinsel aşkın bittiği yerde ilişki de biter ve yollar ayrılır. Kimse kimse üzerinde hiçbir hak iddia etmez, kimse kimseyi aldatmaz. Ayrılan eşler birbirlerini aldatmaya gerek duymadan başka ilişkilere girmekte özgürdür!” 

Aslında burada ifade edilen ahlaki normları Vatikan Kilisesi’nde oturan Papa da, Tahran’daki Ayetullah da savunmakta, hatta alkışlamaktadır. Günümüz toplumu (yani kapitalist dünya koşulları) içinde bu normları uygulamak ne kadar gerçekçi ve pratiktir? “Eşlerini aldatan” kadınlar bunu gönüllü olarak, doyumsuz arzularını gidermek için mi yapıyorlar? Onlardan sevdikleri erkekle kimseden saklanma gereksinimi duymadan beraber olmak istemezler mi? Ya erkekler?! Sevdiği bir başka kadın için ve dürüst davranmak adına nikahlı karısını yüzüstü bırakıp gitmesi kolay mı? Evet, başkalarına değer vermeyen, kendi egosunu tatminden başka bir şey düşünmeyen, sorumluluk duygusundan yoksun erkeklerin bunu yaptığını sık sık duyarız. Ama bununla beraber terk edilen kadının sefaletine ilişkin hikayeleri de çok duyarız.
Aileyi toplumsal üretimin temel birimi olarak gören, toplumsal yaşamın idame ettirilebilmesi amacıyla, çocuk bakımı, ev işleri ve yaşlıların bakımına toplumsal gelirden hiçbir ödenek ayırmayan ve bu işleri angarya olarak kadına yaptıran kapitalist toplum, kadını aileye ve tek eşliliğe mahkum etmiştir. Lafta var olan dürüstlük ve açıklık politikası, ancak ayrıldıktan sonra yeni bir ilişkiye girme özgürlüğü, pratikte yoktur. Bu durumda, mevcut toplumsal düzende sosyalistlerin (özellikle de sosyalist kadınların) uygulaması gereken ahlak ilkesi şöyle olabilir:
“Dürüstlük ve açıklık adına tek eşliliğe mahkum ol, tüm manevi ve cinsel duygularını bastır, sinirsel ve psikolojik çöküntü içinde hem mutsuzluğa, hem de eşinle istemediğin bir ilişkiyi sürdürme ikiyüzlülüğüne katlan.”

Komünist manifestoda genellikle dikkatleri çekmeyen önemli bir cümle var:

“Burjuva evliliği gerçekte evli kadınlar üzerinde ortaklaşa hak sahibi olma sistemidir. Bu bakımdan komünistler, olsa olsa ikiyüzlü bir tutumla gözden saklanan kadınlar üzerinde ortaklaşa hak sahibi olma yerine, bunun açıkça meşrulaştırılmış olduğu bir düzen getirmeyi istemekle suçlanabilirler.” (Komünist Manifesto) Burada ilk bakışta belli olmayan çok derin bir anlam vardır. Evet, bugünkü üretim düzenine son verilmesiyle, bu düzenin getirdiği kadınlar üzerinde ortaklaşa hak sahibi olmaya, yani açık ve gizli fuhuşa son verilecektir. Ama bunun yerine monogam (tek eşli) bir düzene geçileceği söylenmemekte, tam tersine geleceğin toplumunda, bugün paranın gücüyle ve genellikle kadınlara empoze edilerek yapılan ahlaksızca uygulamalar ortadan kaldırılarak, çok eşliliğe de olanak veren paylaşımcı ve gönüllü ilişkilerin her türlü baskıdan uzak, açık ve özgür hale sokulacağı söylenmektedir. 

Bunun tam olarak hangi biçimlerde gerçekleştirileceğini şimdiden söylemek olanaksızdır. Ama böylesi oluşumların ilkel biçimlerine bugünün sanayi toplumlarında proleter sınıflar içinde tanık olmaya başladık bile.  İyisi mi geleceğin toplumu olan sosyalist topluma ilişkin öngörüleri, yetkin bir sosyalistin kaleminden okuyalım.


2. Kapitalist Toplumda Sosyalistlerde Cinsel İlişkileri Belirleyen Ahlak İlkeleri ve Komünist Toplumda Ahlak

“Her şeyde ortak, yârin yanağından gayrı” mı?...

Bu bölümde dünyanın ilk kadın bakanı olan, SSCB’nin ilk devrim hükümetlerinde bakanlık yapmış olan Alexandra Kollontai’nin Marx ve Engels’e dayanarak ileri sürdüğü cinsel devrim önerilerinden uzun bir aktarma yapıyorum. Bu aktarma Kollontai’nin gerek geçmiş toplumsal düzenler ve kapitalist toplum düzeni ile ilgili değerlendirmelerini ve gerekse geleceğin proleter ve komünist toplum düzenlerine ilişkin önermelerini içermektedir. Çok değerli bulduğum bu görüşlerin birçok arkadaşımızın kafasındaki soruları da yanıtlayacağı inancındayım.

“Burjuva aşk ideali, nüfusun en kalabalık kesimi olan işçi sınıfının gereksinimlerine cevap vermez. Emekçi entelijansiyanın yaşam biçimini de karşılamaz. Kapitalizmin yüksek derecede geliştiği ülkelerde cinsel sorunlara ve aşk sorununa ilgi, bu eski ve zorlu bilmeceyi çözmeyi sağlayacak anahtarın araştırılması buradan gelmektedir: Cinsler arasındaki ilişkileri nasıl geliştirmelidir ki bu ilişkiler mutluluğun tümünü yüceltirken kolektifliğin çıkarlarıyla çelişkili duruma düşmesin? 

Aynı sorun bugün Sovyet Rusya’nın emekçi gençliğinin önüne yeniden konulmuş bulunuyor. Aşk ve karı koca ilişkileri idealinin evrimine kısa bir göz atış, aşkın asla ilk bakışta sanılabileceği gibi ‘özel’ bir iş olmadığını anlamanıza yardımcı olacaktır. Aşk uzun tarih süreci boyunca insanlığa içgüdüsel olarak kolektifliğin yararına kılavuzluk etmiş olan değerli bir psiko-sosyal etkendir. “Yeni insanlığın toplumsal ilişkiler içinde aşka ayırması gereken yer nedir?” sorusunu anlamak, Marksizmin bilimsel metoduyla donatılmış ve geçmişin deneylerinden yararlanan insanlığa, emekçi insanlığa aittir. Öyleyse sonuçta, egemenliği için savaşan sınıfın çıkarlarına cevap verecek aşk ideali ne olmalıdır?


Aşk - Arkadaşlık...

Emekçilerin yeni toplumu arkadaşlık ve dayanışma ilkesi üzerine kurulmuştur. Ancak dayanışma nedir? Bu sadece çıkar birlikteliğinin değil, çalışanlardan oluşan kolektifin üyeleri arasında örülen ruhsal ve manevi bağların da bilincidir. Dayanışma ve ortaklaşa çalışma üzerine kurulmuş bir toplumsal yapı, bu toplumda ileri derecede gelişmiş bir “aşk potansiyeli”, yani insanların gerçek sempati duygularına sahip olanlarını da ister. Bu duygular olmadan dayanışma sürekli olmaz. İşte bunun için proletarya ideolojisi, işçi sınıfının her üyesinde, sınıf arkadaşlarının acıları ve gereksinimleriyle ilgilenme duygusunu, diğerinin isteklerine karşı ince bir anlayışın, kolektifin öbür üyeleriyle olan bağlarda derin ve kavrayışlı bir bilincin doğup pekişmesi için çaba harcar. Ancak bu sempati, ilgilenme ve davranış inceliği duygularının hepsi de tek ve ortak bir kaynaktan, dar cinsel anlamda değil ama kelimenin en geniş anlamında sevme yetisi kaynağından doğar. 

Heyecan olarak aşk bir bağlantı öğesi ve giderek düzenleyici bir öğedir. Burjuvazi aşkın büyük bir bağlantı gücü olduğunun tamamen bilincindeydi ve bunu hesaba katıyordu. Bundan dolayı burjuva ideolojisi, aileyi sağlamlaştırsın diye, “eşlere değgin aşk”ı bir ahlak eylemi ilan etti. Burjuvazinin gözünde “iyi bir aile babası” olmak erkek için büyük ve değerli bir yetenekti.
Proletaryanın da kendi açısından, cinsel ilişkiler alanında olduğu kadar geniş anlamda da aşkın, karı kocaya ya da aileye değgin değil ama kolektif dayanışmanın gelişmesine ilişkin bağların güçlenmesinde oynayabildiği ve oynaması gereken psiko-sosyal rolü hesaba katmaması mümkün değildir.  

Öyleyse işçi sınıfının aşk ideali nedir? Proletarya ideolojisinin, cinsler arası ilişkilerin temeline koyduğu duygular ve heyecanlar nelerdir?

Şimdiye dek şunu belirtmeye çalıştık ki, her devrin kendi aşk ideali var, kendi çıkarına göre her sınıf aşk ahlakı kavramına kendi sınıfının öz içeriğini koymak istiyor. Kendisiyle birlikte ruhsal ve manevi alanda daha zengin insani heyecanlar getiren her kültür aşaması, Eros’un kanatlarını kendine özgü renkleriyle yeniden boyuyor. Ekonominin ve toplumsal yaşamın gelişiminin art arda gelen aşamalarıyla, aşk kavramının içeriği değişti; aşk duygusuna oluşturucu kısımlar olarak giren heyecanlardaki kimi ayrıntılar, diğerleri köreldikçe daha fazla güçlendi. 

İster aşağı ister yukarı düzeyde olsun, cinsli tüm hayvanlara özgü yalın bir biyolojik içgüdüden, üreme içgüdüsünden kalkarak aşk, insan toplumunun binlerce yıldır süren varlığı boyunca gittikçe daha çok karmaşıklaştı, durmaksızın yeni ruhsal ve manevi heyecanlar doğurur oldu. 

Biyolojik olay olarak başlayan aşk, psiko-sosyal bir etken halini aldı. İnsanlığın gelişiminin ilk evrelerinde cinsel ilişkileri belirleyen üreme biyolojik içgüdüsü, ekonomik ve toplumsal güçlerin altında, birbirine yüz seksen derece zıt doğrultuda iki yozlaşmaya uğradı. Bir yandan sosyo-ekonomik ilişkilerin korkunç baskısı altında ve özellikle kapitalizmin egemenliğinde, üreme amacındaki normal cinsel içgüdü, cinsler arasındaki normal çekicilik, esenliksiz ten isteği haline dönüşerek yozlaştı. Cinsel eylem kendiliğinden bir amaç, bir “ek zevk” sağlama aracı haline, tenin zararlı uyarılmasıyla, aşırılıklarla, kötüleşmelerle kızışan bir ten isteği haline dönüştü. Eğer bir erkek bir kadına bağlanıyorsa, bu kesinlikle sağlıklı bir cinsel eğilim onu o kadına doğru kuvvetle çektiği için değildi artık. Tersine, hiçbir cinsel gereksinme duymaksızın erkek yine de, varlığı kendisinde cinsel bir çekim uyandıracak ve ona böylece nasıl olursa olsun cinsel eylemle zevk verecek bir kadın arıyordu. Fuhuş işte bunun üzerine kuruldu. Eğer kadının hazır bulunuşu beklenen uyarılmayı gerçekleştirmiyorsa, duyguları körelmiş erkek, her türlü ahlak bozukluğuna başvuruyordu. 

Cinsler arası aşkın özünde bulunan biyolojik içgüdünün, bu içgüdüyü ilk kaynağından çok uzaklara götüren esenliksiz ten isteklerine doğru sapmasıdır bu.

Diğer yandan, toplumsal yaşamın ve kültürel değişimlerin binlerce yıllık süreci içinde cinslerin fizik çekiciliği, ruhsal ve manevi heyecanlardaki tüm katmanlaşmalarla zenginleşti. Bugünkü şekliyle aşk, ilk kaynağı olan üreme biyolojik içgüdüsünden uzun süreden beri kopmuş, ve hatta onunla sık sık çelişki içine giren son derece karmaşık bir ruh haline dönüşmüştür. Aşk bir birikim, tutku, dostluk, hayranlık, alışkanlık, duygu ve heyecanların diğer çok sayıdaki ayrıntısının birikimidir. Böyle birçok ayrıntılı ve bizzat aşk karmaşası varken, doğanın sesi olan “kanatsız Eros” (cinslerin fizik çekiciliği) ile “kanatlı Eros” (ruhsal ve manevi heyecanlarla karışmış tensel çekicilik) arasında bağ kurmak gittikçe zorlaşmaktadır. İçinde fizik çekiciliğin zerresi bulunmayan aşk-arkadaşlık, -bir dava ya da bir düşünce için manevi aşk, kolektivite için kişisiz aşk-, bütün bu olaylar aşk duygusunun biyolojik temelinden ne denli ayrıldığına, ne kadar “ruhsal”laştığına tanıklık ediyor. 

Ancak dahası var… Aşk duygusunun çeşitli meydana çıkış biçimleri arasında apaçık bir çelişkini, bir mücadele başlangıcının doğduğu da sık sık görülüyor. “Sizce değerli olan bir dava” için aşk (demek ki sadece bir dava değil ama kesin olarak sizce değerli olan bir dava), gönlünüzün seçtiği erkek ya da kadın için duyduğunuz aşkın yanında zorlukla yer buluyor. Kolektiflik için duyulan aşk, karı koca ve çocuklar için duyulan aşkla mücadele etmek durumunda kalıyor. Aşk-dostluk aynı andaki aşk-tutku ile çelişki halindedir. Bir durumda ruhsal uyum egemen olur, diğer durumda tensel uyum aşkın temelini meydana getirir. 

Aşk çok şekilli ve çok bağlantılı oldu. Kültür evrelerinin binlerce yıl boyunca çeşitli aşk ayrıntılarını geliştirip vurguladığı bugünün insanının aşk heyecanları alanında hissettiği şey, bu gereğinden çok geniş, giderek doğru olmayan ve “aşk” denen sözcüğün içinde asla yer bulamıyor artık. 

Burjuva ideolojisinin ve kapitalist burjuva yaşam biçiminin egemenliği altında, aşkın çok şekilli karakteri, acı veren ve çözümsüz bir dizi psikolojik dramın doğmasına yol açtı. Aşkın bu çok şekilli karakteri, 19. yüzyılın sonundan beri psikolog yazarların gözde konusu haline geldi. “İki kişi için aşk” hatta “üç kişi için olan aşk”, burjuva kültürünün üstün kavrayışıyla temsilcilerinin çoğunu “gizem”iyle öyle uğraştırdı ki allak bullak etti. 1860’lı yıllarda Rus düşünürü ve politika yazarı A. Herzen (İskender) Yanlış Kimde? adlı romanında, bu ruh karmaşıklığını, duygunun bu ikiye bölünüşünü aydınlatmayı deniyordu. “Ne Yapmalı?” adlı toplumsal hikayesinde Çernivevski de hevesle bu sorunun çözümünü ele alıyordu. En büyük İskandinav yazarları Hamsun, İbsen, Björnson ve Heidenstam, duygudaki bu anlam belirsizliği, aşkın bu çok yönlü görünümü üzerinde sık sık durdular. Geçen yüzyılın Fransız yazarları da bu sorunla en az bir kez ilgilendiler; Maetevlinck gibi bizden uzak bir yazar kadar, sosyalizme yakın düşünceleri olan Romain Roland’ı da bunlar arasında sayabiliriz. Goethe ve Byron gibi şiir dehaları ve George Sand gibi cinsel ilişkiler alanında gözü pek öncüler de bu karmaşık sorunu, bu “aşk gizemi”ni yaşamlarının pratiğinde çözmeyi denediler. Diğer birçok büyük düşünür, şair ve siyaset adamı gibi Yanlış Kimde? romanının yazarı Herzen de kişisel deneyimlerde bulundu… Bugün hala, “Aştaki anlam belirsizliğinin gizeminin ağırlığı”, çözüm anahtarını burjuva düşüncesinin sınırları içinde boşuna arayan çok sayıda “sade” insanın omuzlarında bir yüktür. Oysa bu anahtar proletaryanın elleri arasındadır. Bu karmaşık sorunu yalnız emekçi yeni insanlığın ideolojisi ve yaşam biçimi çözebilir. 

Burada aşkın anlam belirsizliğinden, “Kanatlı Eros”un karmaşıklıklarından söz ediyoruz. Ancak bu anlam belirsizliğini, bir erkeğin birçok kadınla ya da bir kadının birçok erkekle olan cinsel ilişkileriyle, yani Eros’un hesapta olmadığı durumlarla karıştırmamak gerekir. Duygunun yer almadığı çok eşlilik (poligami) hoş olmayan ve zararlı bir dizi sonuç getirebilir (organizmanın vakitsiz tükenmesi ve bugünkü koşullarda cinsel hastalıkların artma tehlikesi gibi), ama bu tür bağlar ne denli karışık olursa olsun “ruhsal dramlar” yaratmaz. “Dram”lar ve çatışmalar, aşkın çeşitli ayrıntılarıyla, çeşitli açığa çıkış biçimleriyle yüz yüze olunduğu zaman başlar. Bir kadın “tüm gönlünce” falan erkeği seviyordur; düşünceleri, dilekleri ve istekleri onunla uyum halindedir; ama tensel yakınlık gücü onu karşı konulmaz şekilde başka bir erkeğe doğru çekmektedir. Bir erkek, falan kadın için ihtimamla dolu bir sevecenlik duygusu, özenle dolu bir ilgi duymaktadır; oysa diğer bir kadında “ben”inin dilediği şeylerin en iyisi için anlayış ve destek bulmaktadır. Eros’un tamamını ikisinden hangisine vermelidir? Ve eğer varlık bütünlüğü her iki bağın da var olmasıyla gerçekleşiyorsa, niye ruhu yaralamak ve sakatlamak zorunda olunsun?

Burjuva toplumda aşkın ve duygunun bu sürekli ikiye bölünüşü, önüne geçilmez acılara yol açmaktadır. Binlerce yıllık mülkiyet içgüdüsü üzerine kurulmuş olan bir kültür, aşkın da özünün mülkiyet ilkesi olduğu kanısını işleye işleye belletti insanlara. Burjuva ideolojisi aşkın, karşılıklı duyulan aşkla birlikte, sevilen kişinin gönlüne tamamıyla ve paylaşmasız sahip olma hakkını verdiği fikrini insanların kafasına soktu. Bu ideal, aşktaki bu tekelcilik, elbette eşler arasındaki “eksiksiz ve tekelci aşk” denen burjuva idealinden ve yerleştirilen karı koca birlikteliği şeklinden ileri geliyordu. Ama böyle bir ideal, işçi sınıfının çıkarlarına uygun düşebilir mi? Proletarya ideolojisi görüş açısına göre önemli ve özlenen şey, aksine, insan duygularının daha zengin, daha çeşitlendirilmiş olması değil midir? Emekçilerin toplumsal kolektifliklerini sağlamlaştırmayı sağlayacak olan ruhsal ve manevi bağların bu karmaşık ve birbirine geçmiş ağının gelişip güçlenmesini kolaylaştırabilecek etken, tam tamına, ruhun çeşitli bağlantıları ve düşüncenin çeşitli görünüşleri olmasında saklı değil midir? Böylece ruhtan ruha, gönülden gönüle, düşünceden düşünceye gerili ipler ne kadar artarsa, dayanışma düşüncesi de o denli kökleşecek, işçi sınıfı idealinin, arkadaşlık ve birliğin gerçekleşmesi de o denli daha kolay olmayacak mıdır? Aşkta tekelci olmak, aşkta “tamamen özümlenmiş” olmak, proletarya ideolojisinin görüş açısına göre, cinsler arası ilişkiler için yönetici ideal olamaz. Tersine, proletarya için kanatlı Eros’un çok şekilli ve çok yönlü olduğunu keşfetmek, ikiyüzlü burjuva ahlakı tarzında büyük bir öfkeye, manevi bir hoşnutsuzluğa götürmez onu. Proletarya bu olayı ( ki karmaşık toplumsal nedenlerin sonucudur)kendi sınıf ödevlerine, bir mücadele anında ya da sosyalist toplumun kuruluşu sırasında cevap verecek doğrultuya yöneltmek için çaba harcar.       

Aşk çok şekilli olsa bile, bu aslında proletaryanın çıkarlarıyla çelişkili değildir. tersine, daha şimdiden şekillenmekte ve işçi sınıfının bağrında billurlaşmakta olan cinsler arası ilişkilerdeki aşk idealinin zaferini kolaylaştırır. Söz konusu olan, açıkça aşk-arkadaşlıktır. 

İlk peygamberler devrinin ataerkil insanlığı, aşkı babadan hısımların bağlantısı biçiminde ortaya koyuyordu. Antik kültürde her şeyin üstünde aşk-dostluk vardır. Feodal toplum ideal seviyesine şövalyenin “platonik” aşkını, evlilikten kopmuş ve tensel doyumla hiçbir bağı olmayan aşkı çıkarıyordu. Burjuva ahlakının aşk ideali ise, karı koca aşkı yani yasaya uygun çiftti.

İşçi sınıfının, ortaklaşa çalışmadan ve bu sınıfın üyelerinin, kadın ve erkek, düşünce ve irade dayanışmasından ileri gelen aşk ideali elbette, biçimde olduğu gibi içeriğinde de diğer kültür dönemlerine özgü aşk kavramlarından ayırt ediliyor. Öyleyse nedir aşk-arkadaşlık? Bu, proletarya egemenliği için verilen mücadele atmosferinde hazırlanan çetin işçi sınıfı ideolojisinin, tatlı ve titreyen kanatlı Eros’u cinsel ilişkilerden acımaksızın kovma eğilimine mi işaret ediyor? Kesinlikle hayır. İşçi sınıfı yalnız kanatlı Eros’u yok etme eğiliminde olmamakla kalmıyor, aksine, aşkın psiko-sosyal güç olarak değerinin kabul edilmesi için yol da açıyor. 

Burjuva kültürünün ikiyüzlü ahlakı, Eros’un alacalı ve pırıltılı kanatlarının tüylerini acımaksızın yoluyor ve onu yalnızca “yasaya uygun çiftleri” görmeye gitmek için zorluyordu. Burjuva ideolojisi evlilik dışında yalnızca tüyleri yolunmuş ve kanatsız bir Eros’a, satın alınan (fuhuş) ya da çalışan (eş aldatma) okşamalar biçiminde anlık cinsel çekiciliğe yer veriyordu.
İşçi sınıfı ahlakıysa tersine, daha şimdiden billurlaştırmaya başladığı ölçüler içinde, cinsler arası aşk ilişkilerinin alabileceği dış biçimleri açıkça bir yana bırakıyor. Proleter sınıfın görevleri bakımından, aşkın uzayan ve yasallaştırılan bir biçim alması ya da yalın bir şekilde, geçici bir bağlantıda ifade edilmesi tamamen farksızdır. İşçi sınıfı ideolojisi, aşkta biçimsel bir sınırın zorla kabul edilmesini istemez. Buna karşılık daha şimdiden başlayarak, aşkın içeriği ve iki cinsi birbirine bağlayan duygu ve heyecan ayrıntılarıyla yakından ilgilenir. Ve bu anlamda işçi sınıfı ideolojisi “kanatsız Eros”u (tensel istekler, fuhuş aracılığıyla bencil cinsel tatmin ve cinsel eğilimin “kolay zevk” tarzında kendiliğinden amaç haline dönüşmesi) burjuva ahlakının yapmadığı kadar sert ve acımasızca kovuşturacaktır. Kanatsız Eros işçi sınıfı çıkarlarına ters düşer. Birincisi, kaçınılmaz biçimde aşırılıklara ve bunun sonucunda insanlığın çalışma enerjisini düşürmekten başka bir işe yaramayan fiziki tükenişe götürür. İkincisi, ruhu yoksullaştırır ve böyle ruhsal ve “sevgi duyguları” ile ilgili bağların gelişmesini ve güçlenmesini köstekler. Üçüncüsü, alışıldığı biçimiyle cinsel ilişkilerde hak eşitsizliği üzerine, kadının erkeğe bağımlılığı, erkeğin kendini beğenmişliği ve kabalığı üzerine kuruludur ve bu da arkadaşlık duygusunun gelişmesini frenler. “Kanatlı Eros” ise tamamen ters yönde davranır. Kendiliğinden bellidir ki, kanatlı Eros’un özünde de kanatsız Eros’takinin aynısı olan cinsler arası çekim bulunur; ancak farklılık, diğer bir kişiyi seven kişide, yeni kültürün kurucuları için vazgeçilmez olan duyarlılık, incelik ve diğerine yardım etme arzusu gibi çizgilerin uyanmakta ve meydana çıkmakta oluşundadır. Burjuva ideolojisi, insanın bu yeteneklerini sadece gönlünün seçtiği erkek ya da kadına karşı, başka bir deyişle tek kişiye karşı göstersin istiyordu. Proletarya ideolojisi için önemli olansa her şeyden önce bu yeteneklerin insan varlığında uyanıp gelişmesi ve sadece gönlünce seçilen kişiyle olan ilişkilerde değil, kolektifin tüm üyeleriyle olan ilişkilerde de gösterilmesidir. Aşk duygularındaki incelik, tutkunun sıcaklığı ya da manevi uyum gibi ayrıntılardan hangilerini kanatlı Eros’ta üstün olduğunu bilmek, proletarya için pek önemli değildir. Onun önem verdiği tek şey, ayrıntılar ne olursa olsun, aşkın arkadaşlık duygusunu güçlendirmek ve geliştirmek için zorunlu olan ruhsal ve manevi öğeleri içermesidir. 

Karşılıklı hakların aşkta dahi tanınması, diğerinin kişiliğini hesaba katma yeteneği, karşılıklı sağlam bir destek, diğerinin gereksinimlerine karşı dikkatli bir özen ve yürekten ilgi, çıkarlar ya da dilekler ortaklığına bağlılık, işte aşk-arkadaşlık ideali budur; ve proletarya ideolojisi, burjuva kültürünün “tekelci” karı koca aşkının yıpranmış ideali yerine bunu işleme yolundadır.
Proletaryanın, egemenliğini kurmak ve sağlamlaştırmak için verdiği mücadelenin ağır sorumluluklar ve güçlükler dönemindeki ideali, aşk-arkadaşlıktır. Ancak hiç şüphe yok ki, sosyalist toplum bir gerçek olduğunda aşk, yani kanatlı Eros, tamamen yenilenerek bizim hiç tanımadığımız bir görünümde ortaya çıkacaktır. O zaman, yeni toplumun tüm üyeleri arasındaki “sevgi bağları” gelişmiş ve sağlamlaşmış, “aşk gücü” çok daha artmış olacak, aşk-dayanışma, burjuva toplumunda rekabetin ve özgül aşkın oynadığı role benzer bir motor rolü oynayacaktır. Düşünce ve irade ortaklığı, bireysel kendini beğenmişliğe üstün gelecektir. Burjuva toplumunda insanların, aşk ve evliliğin dolambaçlı yollarıyla sık sık kaçmaya çalıştığı “soğuk manevi yalnızlık” kaybolacaktır; çok sayıda ve değişik bağ insanları gerçek ve ruhsal manevi ortaklıkta birleştirecektir. Geçmiş yüzyılların insan belleğine gömdüğü cinsler arası eşitsizliğin ve erkek karşısında kadının bağımlılığının her biçimi iz bırakmaksızın yok olurken, insan duyguları, toplumsal bilincin gelişimi yanında denge öğesi olacaktır. 

Ruh ve heyecan planında kolektiflikten yana olan bu yeni Eros, sevinçli bir birlik ve çalışan, yaratıcı bir kolektifin tüm üyeleri arasındaki kardeşlik temeli üzerinde, insan sevincini kat kat artırmaya elverişli bir duygu olarak şerfeli yerini alacaktır. Nasıl olacaktır bu değişmiş, yeni Eros? En gelişkin imgeleme yetisi bile, şimdilik onun portresini çizmekte güçsüzdür. Ama açık olan şu ki, yeni insanlık dayanışma bağlarıyla daha sağlamca bağlandıkça, yaşamın, yaratıcılığın ve insan ilişkilerinin tüm alanlarında ruhsal ve manevi bağlantı daha yüksek düzeyde olacak, ve aşka kelimenin bugünkü anlamında daha az yer kalacaktır. Bugünkü biçimiyle aşkın kesin yanlışı, “seven gönüller”in düşünce ve duygularını özümleyerek, aşık çifti kolektifin geri kalan kısmından koparması ve tek başına bırakmasıdır. “Aşık çift”in bir kenara konulması, bütün üyelerinin çıkarları, görevleri ve dileklerinin karmaşık bir ağ oluşturacağı bir kolektiflikten bu manevi ayrılık, sadece gereksiz değildir, aynı zamanda psikolojik olarak gerçekleşmesi de olanaksızdır. Bu yeni dünyada, cinslerin kabul edilen normal ve özlenen birlik biçimi belki, esenlikli, özgür ve doğal (ne aşırılık ne de bozukluk olmadan) cinsel çekim, “biçim değiştirmiş Eros” üzerine kurulacaktır…

Ama şimdilik iki kültürün dönemcindeyiz henüz. İki dünyanın, ideolojik cephe dahil tüm cephelerde verdiği zorlu mücadeleyle birleşen bu geçiş döneminde, proletaryaya ancak en hızlı biçimde ve tüm olanakları kullanarak “sevgi duyguları”nın birikimini kolaylaştırmak yarar sağlar. Bu dönemde cinsel ilişkileri belirleyen ahlak ideali, erkeklerde olduğu kadar kadınlarda da, çıplak cinsel içgüdü değil, fakat aşk ve arkadaşlık heyecanlarındaki büyük çeşitliliktir. Oluşmakta olan yeni proleter ahlakının kesin isteklerine cevap vermek için bu heyecanlar, şu üç temel ilkeye dayanmalıdır:

-  Karşılıklı eşitlik (ne erkeğin kendini beğenmişliği ne de kadının kişiliğini bozan aşk köleliği olmadan)
- Diğerinin haklarını tanıma, eşin gönlüne ve ruhuna paylaşmasız sahip olma iddiasını kaldırma (burjuva kültürünün yarattığı ve sürdürdüğü mülkiyet duygusu)
- Arkadaşlara karşı özenli davranış, değerli varlığın ruhsal hareketlerini dinleme ve anlama elverişliliği (Burjuva kültürü bu özenişi aşkta yalnızca kadından istiyordu.)

Ama işçi sınıfı, Kanatlı Eros’un (duygusallık yüklü cinsel aşk) haklarını ilan etmekle birlikte, kolektif üyelerinin birbirlerine karşı sevgilerinde daha kaçınılmaz bir duyguyu da getiriyor: Kolektif için aşk-ödev duygusu. İki cinsi bağlayan aşk ne denli büyük olursa olsun, aralarında örülen gönül ve düşünce bağları ne denli güçlü olursa olsun, kolektiflik bağları daha güçlü, daha çok ve daha organik olmalıdır. Burjuva ahlakı her şey sevilen kişi için olsun istiyordu. Proletarya ahlakı her şey kolektiflik için olsun ister. 

Ancak “pekala” dediğinizi işitiyor gibiyim. Sağlam bir arkadaşlık düşüncesi temeli üzerine kurulan aşk ilişkilerinin, işçi sınıfının ideali olduğunu kabul edelim. Ama bu ideal, aşkın bu yeni “ahlak ölçüsü” de sırası geldiğinde aşk heyecanlarının üzerine ağır elini bastırmayacak, ürkek Eros’un yumuşak kanatlarını örselemeyecek, sakatlamayacak mıdır acaba? Aşkı burjuva ahlakının zincirlerinden kurtardıktan sonra yeni zincirlere mi vuracağız yoksa? 

Evet haklısınız. Aşk ve eşler arası ilişkilerde burjuva “ahlak”ını reddeden proletarya ideolojisi için, kendi sınıfına özgü ahlakı, cinsel ilişkilerde yeni düzeni getirmek ve işlemek kaçınılmazdır. İşçi sınıfı ideolojisi, çıkarlarına daha iyi cevap verebilmesi için sınıfsal duygularını belirli bir doğrultuda eğitiyor, burada da duygulara bazı zincirlerin konulmasını istiyor. Burjuva kültürünün uydurduğu ve geliştirdiği aşkın söz konusu olduğu yerde, proletaryanın burjuva oluşumlu Eros’un tüylerini yolacağı da su götürmez. Ancak aşk duygusunu görevleriyle uyum haline getirmek için, cinsler arası ilişkilere de kendi damgasını vuruyor diye işçi sınıfını yermek, geleceğe doğru bakmayı bilmemek demektir. Kanatlı Eros’un eski tüyleri yerine, yükselen sınıf ideolojisi, şimdiye dek hiç görülmemiş güçte, güzellikte ve parlaklıkta yenilerini koymayı bilecektir. Bu açıktır. Unutmayın ki, aşk insanlığın ekonomik ve kültürel temelleriyle birlikte kaçınılmaz olarak değişiyor ve dönüşüme uğruyor.

Eğer aşk ilişkilerinde kör, özümleyici ve istekli tutku gücünü yitiriyorsa, sevilen kişiye “daima” bağlanma şeklindeki bencil arzu ve mülkiyet duygusu zayıflıyorsa, erkeğin kendini beğenmişliği ve kadının kendi “ben”inden akıl almaz biçimde vazgeçmesi kaybolursa, tüm bunlara karşılık aşkta diğer değerli çizgilerin geliştiği görülecektir. Kişinin başkasına karşı saygısının, onun haklarını önemseme yeteneğinin güçlendiği, karşılıklı ruh inceliğinin geliştiği, aşkı yalnızca öpücük ve okşamalarla değil, eylem, irade birliği ve ortak eserle de ifade etme isteğinin arttığı görülecektir.

Proletarya ideolojisinin işi, Eros’u sosyal ilişkilerden kovmak yerine onu yeni oklarla süslemek, yeni ve büyük bir ruhsal güç olan dayanışma-arkadaşlık düşüncesiyle cinsler arasındaki aşk duygusunu eğitmektir. 

Aşk sorunlarına karşı emekçi gençliğin artarak gösterdiği ilginin, bir “gerileme” belirtisi olmadığının şimdi artık açıklığa kavuştuğunu umuyorum. Şimdiki aşkın yalnızca proletarya ideolojisinde değil, genç emekçiler arasındaki canlı ilişkiler içinde de alması gereken yeri kendiniz bulabileceksiniz.”

Görüldüğü gibi, Alexandra Kollontai’nin daha 20. yüzyılın başında kaleme aldığı bu satırlar engin bir ileri görüşlülüğün eseridir. Çünkü her satırı ve her kelimesi, bugün bile tazelik, canlılık ve geçerliliğini korumaktadır. 

Buraya kadar yazılanlardan ben şu sonuçları çıkarıyorum; insanın monogam bir yaşam sürecek yapıda olduğuna inanmamaktayım. Kollontai’nin de dediği gibi, insan toplumlarında cinsel ilişkilerin gelecekteki kolektif yaşam tarzına uygun düşmesi gerektiğine katılıyorum. Kimsenin eşine bir mal gibi sahip çıkmaması gerektiğine, sevginin de kolektif bir ruhla paylaşılabileceğine, bunun insan ruhuna daha uygun bir davranış tarzı olacağına, ve sahiplenmeci aşkların geçmişte ve günümüzde sık sık yol açtığı kıskançlık dramına ve aile facialarına, kolektif toplum insanının paylaşımcı aşk anlayışının engel olabileceğine inanıyorum. 

Türkiyeli devrimciler ve biz Kıbrıslı Türk devrimciler, bir ortaçağ isyancısı olan Şeyh Bedreddin’in “Yarin yanağından gayrı her yerde ve her şeyde ortaklık” ilkesiyle yetişen devrimcileriz. Şimdi anlıyorum ki zamanına göre önemli bir hümanizm ve paylaşımcılık içeren bu ilke, aynı zamanda kadını bir mal olarak gören ataerkil ortaçağ anlayışını da yansıtmaktadır. Çünkü karısını (eşini, yârini) mal olarak gören Şeyh Bedreddin, karısından gayrı tüm mallarını paylaşmaya hazırdır! Öyle sanıyorum ki komünist düzenin insanı, yârin yanağını da paylaşmaya hazır bir kolektivizm ruhu, toplu insan sevgisi, aşk-dostluk, aşk-arkadaşlık ve sınırsız cinsel özgürlüklerin insanı olacaktır. 


3. Eğitimcinin Kendisi de Eğitilmelidir...

Biz sosyalistler bugünkü proleter hareketin, devrim hareketinin liderleri ve yarının toplumsal düzeninin kurucuları olma iddiasındayız. Bu anlamda kitlelerin önderi ve eğiticileri olmak durumundayız. Hal böyleyken bizim de birçok konuda eğitim eksikliğimiz olduğu açıktır. Özellikle toplumsal ahlak ve cinsellik gibi önemli bir konuda ortaya koyduğumuz gelenekselcitavır ve görüşler, bu alandaki geri kalmışlığımızın en bariz kanıtıdır. 

Cinsel eğilimi özgür kılmak ve olumlamak yerine onu burjuva ahlak ve değer yargılarıyla mahkum etmek, bu konuda örgütlü devrimci ve sosyalistleri bir çırpıda harcamak, cinsel mutluluğun genel toplumsal güvenliğin en sağlam güvencesini oluşturduğunu anlayamadığımızın göstergesidir. 

“Ataerkil ve buyurgan bir biçimde yaşayan insanın, kendi sistemiyle çalışan, yaşamdan zevk alabilen, özgür bir insan haline getirilmesinin son derece güç bir iş olduğunu anlamamız gereklidir. Marx’ın ‘Eğiticinin kendisi de eğitilmelidir’ sözüne somut bir içerik kazandırmamızın zamanı gelmiştir. Gerçekten özgür insanlardan oluşmuş bir toplumun güvencesi, ancak ve ancak çocuğun zihinsel ve bedensel yapısının canlılığındadır. Yeni kuşağı eğitecek kişilerin, anne ve babaların, eğitim bilimcilerin, örgütsel önderlerin, devletin başında bulunanların ve iktisatçıların; çocukların ve gençlerin cinsel tutum bilime uygun bir biçimde eğitilmesi düşüncesini kabul edebilmeleri için, önce kendilerinin cinsel yönden sağlıklı olması gereklidir. Cinsel mutluluğa gidebilecek bütün yollar, daha başından açıkça güvenlik altına alınmalıdır.” (Wilhelm Reich – Cinsel Devrim, S:320-321)

“İnsan toplumunun sosyalist dönüşümünde proleter gençliğin önemli bir rolü olduğu yadsınamaz. Bugünkü gençlik, genel olarak kendi gereksinimleriyle orantılı bir yaşam süren, buyurganlığa düşman, bağımsız, işinden zevk alabilen, cinsel doyuma erebilen, belli bir davaya körü körüne değil, özgür seçimle bağlanan bir gençlik değildir. Bugünkü gençlik soyut bir komünizm ülküsü uğruna savaşmayan, komünizmin amacının kendi özgün yaşamının gerçekleşmesi olduğunu bilmeyen bir gençliktir. Buyurgan toplumun başlıca özelliği, gençliğin bu toplumda kendine özgü bir yaşamı bulunduğunun bilincine varamayışıdır.  Dolayısıyla gençler ya hüzünlü bir yaşamı bitki gibi sürdürürler, ya da bir şeylere körü körüne bel bağlarlar. Devrimci gençlikse, gereksinimlerinin bilincine vardığı için, en güçlü ve sürekli coşkuyu, yaşama sevincini geliştirir. Oysa ‘genç’ ve ‘bağımsız’ olmak cinsel yaşamın olumlanmasını gerektirir. Proleter gençlik uzun bir zaman dilimi içerisinde, devrime ancak yaşamın olumlanmasıyla inandırılabilir. Düşünsel yapısı, toplumculuğa doğru ancak bu olumlamanın yardımıyla değiştirilebilir.” (Wilhelm Reich – Cinsel Devrim, s:273)

“Bir devrimci hareketin görevi, genel olarak bakıldığında, eskiden baskı altında tutulan bitkisel gereksinimleri özgür bırakmak ve doyurmaktır. Toplumculuğun gerçek anlamı budur.” (Wilhelm Reich, age. s:299) “Çünkü ruhsal yapının oluşumu, yaşanan şeyin içeriğine değil, o sıradaki bitkisel uyarılmaların niteliğine bağlıdır (age. s:272). Bu nedenle, devrimci bir zihinsel yapı yaratmak için bitkisel ve cinsel canlılığı ayakta tutmak gerekir. Ancak bu hatırı sayılır ölçüde güç bir iştir. Bu konudaki temel güçlük, devrimci kamp papazlarından kaynaklanır. Bu kampta, cinsel açıdan dokuları manda derisine dönmüş gerici aydınlar, gerekçeleri hastalıklı devrimciler vardır. Bunlar olumlu bilgiye katkıda bulunacak yerde habire kafaları karıştırırlar.” (Wilhelm Reich, age. s:308) 
 
Günümüz ‘sol’u ve özellikle de sözde kadın hakları savunucusu olan feministler, sağlıklı cinsel yaşamın baskı altına alınmasının, ortaklaşa çalışmayı aksatan düzensiz bir cinsel etkinliğe yol açtığını anlayamamaktadır. Kapitalist ahlak düzeninin cinsel yaşamlarımızda bizi (tüm toplumu) itmiş olduğu zorlukların yarattığı kargaşanın toplumsal yaşamımızı aksatan başlıca etkenlerden biri olduğunu anlamalıyız. Toplumsal (sınıfsal) çıkarların cinsel çıkarlarla nasıl bağdaştırılabileceğine kafa yormalıyız. Bir önceki bölümde yapmış olduğumuz alıntıda, Alexandra Kollontai böylesi bir çalışmanın bulunmaz bir örneğini sunmuştur. 

Bu noktada Wilhelm Reich’ın ilginç gözlem ve önermelerini de genişçe bir alıntıyla aktararak yazımı sonlandırmak istiyorum.

“Vazgeçilmez Yapısal Koşullar:

Yukarıdaki gözlemleri özetlemek üzere şunu söyleyebiliriz:


1. 1900’lerde ailenin durumu belli oranda yalındı. Bireyler ailenin dar kabuğu içerisinde yaşıyordu. Aileyle ya da kişilerin ailesel yapılarıyla çelişen topluluklar yoktu. Aile ile buyurgan ve ataerkil devletin toplumsal düzeni arasında bir çatışma da yoktu. Bastırılan cinsel yaşam, arzu nöbetlerinde, kişilik bozuklukları ve cinsel soğuklukta, sapıklıklarda, intiharlarda, çocuklara çektirilen acılarda ve savaşçı bağnazlıkta çıkış yolu buluyordu.

1930’lara doğru durum çok daha karmaşıktı. Toplu üretimin ve ailenin iktisadi temelinin yok edilmesinin etkisiyle, aile kurumu dağılmaktaydı. Hala ayakta duruyorsa, bu iktisadi nedenlerden çok insanın ruhsal yapısından ötürüydü. Aile ne yaşayabiliyor ne de can verebiliyordu. İnsanlar hem aile içerisinde yaşayamayacaklarını hem de onsuz yapamayacaklarını hissediyordu. Tek bir eşle ömür boyu yaşayamadıkları gibi yalnız da kalamıyordu. Sözün kısası, tutucu ülkelerde, aile bağlarından yeni kurtulmuş insanın gereksinimlerini doyurucu bir biçimde üstlenecek bir yaşama yolu yoktu.

2. Sovyetler Birliği’nde yeni bir yaşama biçimi yaratıldı. Bu, kan bağıyla bağlı bulunmayan kişilerin oluşturduğu yeni aile biçimiydi. Eski evliliği konu dışı bırakıyordu. Bundan sonraki soru ise, yeni topluluklardaki cinsel ilişkilerin hangi biçime girebileceğiydi. Bu konuda bir önermede bulunmaya ne gücümüz yeter, ne de böyle bir görevimiz vardır. Bizim yapabileceğimiz tek şey, cinsel devrimi yakından izleyerek, özgür bir toplumun iktisadi ya da toplumsal biçimlerine aykırı düşmeyen yönelimlerini desteklemektir. Bu ise genel olarak cinsel mutluluğun kesinlikle ve somut bir biçimde olumlanmasını gerektirir. Cinsel mutluluk ne zorlayıcı tek eşlilikte, ne de sevgisiz ve doyumsuz, rastlantısal bağlılıklarda (“yakışıksız kadın-erkek kaynaşması”nda) tadılabilir. Sovyet topluluğu, çileci yaşama biçimiyle, kesin ve zorlayıcı tek eşliliği konu dışı saymıştır. Cinsel ilişkiler yepyeni bir evreye girmektedir. Ortaklaşa yaşayış insan ilişkilerini öylesine çok biçimli kılar ki, eş değiştirmeyi ya da üçüncü kişilerle ilişki kurmayı önleyecek korkuluklar düşünmek olanaksızdır. İnsan bu sorunun yalnızca iktisadi değil, ruhsal yapıyla ilgili olduğunu ancak, sevilen kişinin başka birine sarıldığını bütün acısı ve ciddiliğiyle anladığı, bunu etkin ve edilgin olarak sınadığı zaman anlayabilir. Erkekler ve kadınların sayıca eşit olduğu bir toplulukta, pek çok eş değiştirme olanağı doğar.

Yeni bir cinsel düzenin ortaya çıktığı bu acılı süreci anlamaya ve denetim altına almaya girişmemek, tehlikeli bir yanılgı olurdu. Söz konusu süreç, ahlakçı yoldan değil, yaşamın olumlanmasıyla denetim altına alınmalıdır. Sovyet gençliğinin bunu öğrenmesi çok pahalıya patlamıştır; edinilen ders boşa gitmemelidir.

İnsanın ruhsal (zihinsel) yapısı toplu yaşayışa uydurulmalıdır. Bu uyum hiç kuşkusuz eski kıskançlık duygusunun ve eşini yitirme korkusunun ortadan kalkmasına yol açacaktır. Genellikle, insanlar cinsel bağımsızlığa hazır değildir; eşlerine, onlardan ayrılmalarını olanaksızlaştıran, sevgisiz, yapışkan bağlarla bağlıdırlar; onu yitirdikleri zaman başka bir eş bulamamaktan korkarlar. Bu korkunun temelinde çoğu kez, çocukluk döneminden kalma bir, ana babaya, kız ya da erkek kardeşe saplanma yatar. Ailenin yerine ortaklaşmacı topluluk geçirilebilseydi, bu hastalıklı saplanmalar olmaz, dolayısıyla cinsel yalnızlık duygusunun çekirdeği de yok edilirdi. Böylece uygun eş bulabilme olanakları elle tutulur derecede artar, kıskançlık sorunu hemen hemen bütünüyle ortadan kalkardı. Gerçekten de, acısız ve yıkımsız sürekli bağlılık değiştirmeye elverişlilik, yaşamın temel sorunlarından biridir. Yeni bir zihinsel yapıya kavuşturma girişimi, bireyleri aynı anda hem türlerine özgü cinsel sevgiyi, hem de insanca sevgiyi duyabilecek, cinsel yaşamı çocukluktan başlayarak deneyebilecek güce, yani bedensel boşalma gücüne kavuşturmalıdır. Cinsel bozuklukların, sinir hastalıklarının, doyumsuz çok eşliliğin, yapışkan cinsel yatırımın ve bilinçsiz cinsel etkinliğin önlenmesi büyük çabalar ister. Yapılması gereken, insanlara nasıl yaşarlarsa daha iyi olacağını söylemek değil, cinsel yaşamlarını tehlikeli toplumsal dertler yaratmadan kendi başlarına düzene koyabilmelerini sağlayacak biçimde eğitmektir. Bu ise her şeyden önce, toplum tarafından sınırlandırılmayıp aksine desteklenen doğal cinsel yaşamın geliştirilmesini gerektirir. Eşine karşı içten olabilme ve kıskançlık duygularına kabalık yapmadan dayanabilme yeteneği ancak sonradan gelişebilir. Cinsel yaşamdaki çatışmalar bütünüyle yok edilemez, ama çözüme bağlanmaları kolaylaştırılabilir ve kolaylaştırılmalıdır.

Sinir hastalıklarının toplumsal alanda tutarlı olarak önlenmesi denemesi, bireylerin günlük kaçınılmaz çatışmalarını hastalıklı bir tutumla karmaşıklaştırmalarına dikkat etmelidir. Cinsel açıdan kendine güven kitleler arasında yayılabilseydi, ahlaki ikiyüzlülük toplumsal suç sayılırdı. Ortaklaşa yaşam düşüncesinin cennet düşüncesiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Gerçekten de, kavga, acı ve cinsel etkinlik yaşamın ayrılmaz parçalarıdır. En önemli iş, bireylerin zevki ve acıyı tam bir bilinçle duyumsamasına, bunları akıl yoluyla denetim altına almasına izin verecek bir düzen kurmaktır. Zihinsel yapıları böyle kurulan bireyler köle olamazlar. Yaşamlarını buyurgan ilkelerden uzak, kendi başlarına çekip çevirebilmeyi ve canla başla çalışmayı, ancak cinsel açıdan sağlıklı kişiler becerebilir. Bu nokta iyi anlaşılmadıkça, insanlara yeni bir zihinsel yapı kazandırma girişimleri başarısızlığa uğramaktan kurutulamaz; hatta bu görevin doğru dürüst bir tanımlanması bile yapılamaz. Gerçekten de insanın cinsle yapısının toplu yaşayışa uymayışı, nesnel açıdan gerici sonuçlar doğurur.

Bu uyumu ahlaki ve buyurgan zorunluluklarla sağlamaya çalışmak bizi ancak başarısızlığa götürür. İnsanlardan “istemli” cinsel sıkıdüzen bekleyemezsiniz. Bu sıkıdüzen ya vardır ya da yoktur. Biz ancak insanların doğal yeteneklerinin tam anlamıyla gelişmesine yardım edebiliriz.” (Wilhelm Reich – Cinsel Devrim, s:290-93)



“Özdemir Göçer” (Şubat 1995)
Mehmet Birinci (Şubat 2019)


Yorumlar

Popüler Yayınlar