Bankacılık, Adalet Koridorları, Hürbank ve Bir Demokrasi Hikayesi...
2001
Günah Keçisi...
Ülkemizde bankacılık sektöründe müthiş bir trajedi yaşanıyor. Sektör neredeyse batmış durumda. 7 banka iflas etti, geriye kalanların çoğu da gizli iflasta, devletten borçlandıkları trilyonlarla varlığını sürdürüyor. Merkez Bankası ve Kalkınma Bankası da iflas etmiş durumda. Kooperatif Merkez Bankası, İhtiyat Sandığı ve Sosyal Sigortalar gelmiş geçmiş hükümetler tarafından yağma edilmiş halde. Belli ki yaşananlar bir-iki banka sahibinin bankaları “hortumlaması” değil. Ortada çok daha ciddi bir mali kriz var. Zaten olay sadece hortumlama olsaydı, sektörde çöküntü olmazdı; çünkü hortumlamak -yani çalmak- kaynakları bir sermaye grubundan ötekine aktarmak olup sektörü çökertmez. Merkez Bankası sağlam olsaydı, bizde de tıpkı Türkiye’deki gibi tasarruf sahiplerini mağdur etmeden güçlüklerle mücadele edilebilirdi.
Türkiye’de batan bankalardaki mevduatlar Kıbrıs’takinden çok daha fazla. Yalnızca Ege Bank’ta batan mevduat, Kuzey Kıbrıs’ta batan mevduatın 3 katından da fazla. Buna rağmen sektörde tasarruf sahibine yansıyan bir bunalım yok.
Bizdeyse Merkez Bankası’nın çalışmaz duruma gelmesinin sorumlularından, yani Başbakan ve Maliye Bakanı’ndan işe başlamak gerekirken manzaraya bakın! Bu insanlar her devrin, her hükümetin değişmez unsurları olarak görev başında! Bulunmaz Hint kumaşları!...
Bankaların Merkez Bankası’na yatırmakta olduğu munzam karşılıklar yerinde dursaydı, daha krizin başlarında, ilk iki banka zora girdiği anda Merkez Bankası müdahale eder, piyasalara güven verir ve sorunu çözerdi. Fakat bu mümkün olmadı. Çünkü Merkez Bankası’ndaki munzamların yerinde yeller esiyordu!
Peki ama Merkez Bankası kaynaklarını kullanma yetkisi kimde veya kimlerdeydi? Kaynaklar nerelere harcanmıştı? Yapılan harcamalar usule uygun muydu? Yetki dışı kullanım var mı? Varsa sorumlusu kimler? Bunlar adalet önüne çıkacak mı? Bu ülkede bunları adalet önüne çıkarmaya muktedir bir güç var mı?
Manzaranın kalanını, hem TC’nin hem de KKTC’nin bankacılık alanındaki inanılmaz ironisi oluşturuyor.
Gerek Türkiye’de gerekse Kuzey Kıbrıs’ta 30 civarında banka battı. Batan bankalar arasında en küçük mevduata sahip banka Kıbrıs Hürbank. Burada kaybolan toplam mevduat 11 trilyon TL. Bunun da 9,5 trilyonunu anaparaya tahakkuk eden faizler oluşturuyor. Yani batan anapara 1,5 trilyon.
30 bankadan bugüne kadar sadece ikisi yargıyla yüzleşmiş. Kıbrıs Hürbank ve Kıbrıs Finansbank. Her iki bankada da hortumlama yani hırsızlık ve çalma olmadığı, polis soruşturmalarında belgelenerek mahkeme kayıtlarına da geçmiş. O halde bu iki bankanın batmasına yol açan sebepler nelerdir? Asıl neden olan TC hükümetinin kamu kuruluşlarındaki savurganlığı ve buna bağlı olarak kronikleşen para basma, devalüasyon, enflasyon ve yüksek faiz uygulamasını bir kenara bırakırsak; beyaz yaka hataları diyebileceğimiz birtakım teknik hatalardır:
- Merkez Bankası’na yatırılması gereken munzam karşılıkları düşük beyan etmek.
- Munzamı beyan edilmemiş mevduatın sigorta ettirilmemesi, ve
- Yetki üstü kredi kullanımı.
Bu suçlar, bırakın batan bankaları, Kuzey Kıbrıs’taki tüm özel bankalarda var olan rutin uygulamalardır.
2000 yılı başlarında, ilk bankalar battığı zaman, bankaların mevduat durumu ve Merkez Bankası’na yatırdıkları munzam karşılıkları gösteren tablolar yerel gazetelerde yayınlandı. TC devlet bankalarının Kıbrıs şubeleri ile KKTC Kooperatif Merkez Bankası ve Limasol Türk Kooperatif Bankası dışındaki tüm bankaların munzamları eksik gösterdiği bu tablolarda belgelenmekteydi.
Tüm bankaların ve onların yöneticilerinin rutin uygulaması olan suçlardan dolayı, sadece Kıbrıs Hürbank sahibi Tekin Birinci, Türkiye ve Kıbrıs’ta batan bankaların tamamının günah keçisi olarak, bunalımın tek sorumlusu gibi, en ağır cezayla, 2 yıl hapse mahkum edildi.
Çifte Standart...
Türkiye’de batan bankaların sahipleri ve yöneticileri DGM’lerde yargılanmak üzere tutuklanmıştı. Banka davaları DGM kapsamından çıkarılınca serbest kaldılar. Normal yargılama sürecinde de mahkum olmayacaklarından emin olabilirsiniz. Çünkü devlet bürokrasisiyle el ele, birbirlerinin kirli çamaşırlarını aklamada zengin bir gelenek ve deneyime sahip Türk finans oligarşisi, gerçek hortumcuları, bankalardaki paraları çuvallarla kaçıranları aklamanın bir yolunu mutlaka bulacaktır. En kötü ihtimalle işi savsaklayıp, sonra da “zaman aşımına” uğratacaktır.
Kıbrıs’ta ise, Everestbank’ın patronu şaibeli bir şekilde kaçtı. Şaibeli diyorum çünkü kaçtı mı kaçırıldı mı belli değil. Kuzey Kıbrıs’ta halk arasında dolaşan söylence, Elmas’ın da tıpkı Gülsen İçöz olayındaki gibi, tıpkı polisin kasasındaki emare eroinin kaybolması gibi bir operasyonla kaçırılmış olduğu yönündedir. Elmas’ın yargılanması halinde kimlerin çıkarını tehdit edecek açıklamalarda bulunacağı, kimlere zararı dokunacağı, ve Elmas’ın kaçırılmasından kimlerin ne gibi yararlar sağladığı da KKTC’nin faili meçhuller arşivine eklendi.
Bu olay güvenliğimizi sağlamakla sorumlu olan makamlara karşı güvenimizi bir kez daha sarstı. Polisin ve GKK’nın faili meçhulleri aydınlatmaktaki başarısızlığı, olayların gerçek faillerine ilişkin endişelerimizi daha da artırdı.
Hürbank ve Everestbank’ın Maliye Bakanlığı’na sunduğu yüzdürme planlarından (ki bakanlık ve Merkez Bankası yetkilileri bu planları “uygulanamaz” olarak nitelendirmişti) çok daha uygulanamaz bir plan sunmasına rağmen Endüstri Bankası yüzdürülüyor. Banka yöneticilerinin gerekli nakit parayı sağlayıp bankalarını kurtarması temennimdir. Ancak bankanın kurtulması demek, “evrak sahteleme”, “sahte evrakı tedavüle sürme” ve “mevduatı sigorta ettirmeme” gibi ithamların ortadan kalkması mı demektir? Yani her türlü yasadışı aktivite bankasını kurtarabilenin yanına kar mıdır? İşin gerçeği şu ki, ne Eroğlu ne de Denktaş, Asil Nadir’i yargı önüne çıkaracak yüreğe sahip değildir. TC Cumhuriyet Savcılığı’nın ifade almak için aradığı Asil Beyi KKTC gibi bir yerde hiçbir güç boşuna mı bulamıyor?
Dünürün bankasına gelince, bu konuda gazetelerde her gün fazlasıyla eleştiri ve kınama yayınlanmakta. Daha ne eklenebilir ki? Kelle fiyatına göre hürriyet olan bu memlekette adamına göre de adalet var! Bu yazının amacı da adalet mekanizmasının adaletsizliğini ortaya koymak.
Finansbank’ın müdürleri sütü bozuk çıkmadığı için kendi hatalarını patronlarına yüklemediler. Böylelikle de bankanın batmasında kusuru az görülen banka patronu Fehim Küçük 4 ay gibi kısa bir cezayla bu fırtınayı atlatırken, bankanın müdürleri 12’şer ay hapis cezasına çarptırıldı. Hürbank davasında ise, hakim huzurunda elini Kur’an’a basıp “ben evrak sahteledim”, “munzamları düşük gösterdim”, “mevduatı sigortalamadım” diye suçlarını kabul eden Mahmut Sezinler’e KKTC Hukuk Dairesi (yani muhterem başsavcılık) dava bile okumazken, patronu olan Tekin Birinci’yi, Mahmut efendi gibi “uzman” bir bankacıyı bu suçlara “teşvik ettiği” gerekçesiyle 2 yıl hapse mahkum etti. Katile ceza yok, katili azmettirene var! Adaletse adalet, ama böylesine de adalet denemez ki!
Devlet, iflas halinde olan ve teslim bayrağını çekmiş bankalara halen ısrarla el koymuyor, bunları zorla yüzer gösterme gayreti içinde çırpınıyor. Bunlardan Tilmobank, Eroğlu’na olan yakınlığıyla biliniyor. Endüstri Bankası malum! Bir de büyüklerden Ticaret Bankası var. diğerlerinden henüz tam olarak emin olmadığım için isimlerini telaffuz etmeyeceğim. Ama Kıbrıs’ta yerli banka olarak neredeyse Limasol Türk Kooperatif Bankası ve birkaç küçük kooperatif dışında güvenilir banka kalmadı.
Hükümet, beceriksizliği ve entrikacılığı sonucunda yarattığı enkazın iyice dibine gömüldü. Teslim bayrağını çektiğini belirttiğim bankalara el koyulsa, mudilere verecek paraları olmadığı gibi, başta Eroğlu ve Mehmet Bayram olmak üzere birçok hükümet yetkilisinin de yargı önüne çıkması gerekecek. Bu yüzden de batık bankaları vatandaşa “çalışır” iş yerleri gibi yutturma gayreti içine girdiler. Ama bunu yapmakla başlarını daha büyük belalara sardıklarının farkında değiller. Uyguladıkları çifte standardın ve sebep oldukları felaketin hesabını veremeyecekler.
Başsavcılık (Hukuk Dairesi)
Eskiden, “Hukuk Dairesi” denilen devlet kademesinin, bir ülkede herkesin yasalar önünde eşitliğini, hukukun üstünlüğünü korumak, yasaların doğru ve adaletli bir şekilde icra edilmesini sağlamak amacıyla çalışan bir birim olduğunu sanırdım. Her ne kadar da burjuva hukukunun sadece sermaye sınıfının hizmetinde bir hukuk düzeni olduğunun bilincindeysem de, “burjuva adaletinin” en azından sermayedarların kendi aralarında olsun işlediğini sanıyordum. Tüm bunların efsane olduğunu, 2000-2001 yılında yaşayarak öğrendik.
Şener Levent ve arkadaşlarına düzenlenen komploda, komplocular hala daha yargı önüne çıkarılmadı; tam tersine terfi ettirilerek ödüllendirildiler. Aynı olayı banka davalarında da yaşadık ve yaşamaktayız.
Yaşadıklarımız, iplerin Hukuk Dairesi’nde de politikacıların elinde olduğunu, Hukuk Dairesi’nin adaleti sağlamak gibi bir endişesi olmadığını düşündürmektedir. En önemli endişe burada da koltuğu korumak, üst kademeye yaranmak ve bu amaçla dosyaları adalet normlarına göre değil, birtakım güç odaklarının isteğine göre en kısa yoldan kapatmak ya da hasıraltı etmektir. Böyle olmasaydı Finansbank’ın müdürleri yargılanırken Hürbank’ın müdürleri serbest olmazdı. Böyle olmasaydı, Hürbank Yönetim Kurulu Başkanı ve murahhas üyeleri dururken, sırf ailedendir diye Tekin Birinci’nin oğulları adeta rehine pozisyonunda mahkeme önüne çıkarılarak Tekin Birinci’ye suç kabul ettirilmezdi! Bunu dediysem sakın yanlış anlamayın, savcılığın “Ya Tekin birinci suçu kabullensin, ya da hepinizi birlikte içeri tıkarız” şeklinde tehdit ettiğini söylemiyorum. Adalet sistemimiz buna zaten cevaz veriyor. Dava sırf ağır cezada görülüyor diye, daha duruşma bile başlamadan sanıkların içeri tıkılması zaten yeterince baskı oluşturuyor. Yani savcılığın özel bir telkinde bulunmasına gerek yok. Yalnızca hukuk çevreleriyle içli dışlı olan çok yakın “aile dostları”, “arkadaşlar” sürekli olarak duruşmanın en az bir yıl süreceğini, bu süreyi üç kişi birlikte içeride geçirmektense birinin içeride geçirmesinin daha akıllıca olduğunu, duruşmanın kaybedilmesi halinde üçünün de ağır hapis cezalarına çarptırılacağını bol bol telkin edip durdular. Ta ki manevi baskılara dayanamayan Tekin Birinci’ye suç kabul ettirene kadar. Tekin Birinci suçu kabul etmeseydi ne olurdu? Fehim Küçük’ün aldığına benzer bir netice alması en yakın olasılık. Ancak perde gerisinde başta UBP ve DP kodamanlarının olduğu, ustaca hazırlanmış bir komplo sayesinde, tüm batık bankaların bedelini ödemek ve “kamu vicdanını” rahatlatmak üzere Tekin Birinci’nin hapsedildiği görünümü var. Şu anda da kamu vicdanını rahatsız eden konu budur!
İşte bizim de isyanımız buna! Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ta batan bankalara arasında, eğer içinde sahipleri tarafından hortumlanmayan iki tane banka varsa biri de Hürbank’tır. O halde, hortumladıkları artık çıplak gözle bile görülebilenler serbest dolaşırken, neden yalnızca Tekin Birinci mahkum ediliyor?
Sayın Başsavcı’ya açıkça çağrıda bulunuyorum. Tarafsız görünmek ve Eroğlu’na yaranmak için, sırf akrabalığınız var diye Tekin Birinci’yle ilgili davayı başsavcı yardımcısına devrettiğiniz zamanki “tarafsızlığınızı” ve objektifliğinizi koruyorsanız, gerçek hortumcuları da yargı önüne çıkarın.
Suçunu itiraf eden çifte sabıkalı Mahmut Sezinler’i de yargı önüne çıkarın. Evrak sahteciliği, sahte bilanço hazırlama gibi uygulamaların dik alası Peyak’ta yapılmıştır. Peyak Kooperatif’e, Kooperatif de Başbakanlığa bağlıdır. O halde hiyerarşik düzen içinde, Başbakan’dan başlayarak Peyak faciasının tüm sorumlularını da yargı önüne getirin. Yoksa hala daha Peyak’la ilgili soruşturmaları da mı tamamlayamadınız? Evet, bekliyoruz. Sorumluları yargı önüne getirin ki size inanalım, yargıya yeniden güven duyalım. Aksi takdirde, o çok hassasiyet gösterdiğiniz kamu vicdanında hakkınızda çoktan verilmiş olan hükmün ağırlığı altında ezilmekten kurtulamayacaksınız. Evet, adaletse adalet; ama herkes için eşit adalet istiyoruz.
Mahmut Sezinler
Mahmut Sezinler Hürbank’a genel müdür muavini olarak geldi. Kısa sürede, bazı hatalarından yararlanarak Genel Müdür Ahmet Köroğlu’nu ekarte etti ve genel müdür oldu. (Genç yaşta vefat eden Ahmet Köroğlu, genel müdürlüğü sırasında bazı yakınlarına teminatsız krediler vermiş ve bunları tahsil edememişti.) Bu arada iki kez evrak sahtelemekten sabıkalı olduğunu da banka yöneticilerinden gizlemeyi başardı. Bankacılık okulu mezunu olduğunu iddia etmesine rağmen, mahkemelerde belgelendiği gibi, İngiltere’de lise üstü bile olduğu kuşkulu bir okuldan 1 yıllık bir eğitim sertifikası aldı. Bu sertifikayı GKK’ya üniversiteye denk diye yutturarak, askerliğini yedek subay olarak yaptı. Yönetimi esnasında, bankanın Lefkoşa çarşı şubesinden, Şube Müdürü Selçuk Yitmen ve başında Ayalı Ahmet Süleymanoğlu’nun bulunduğu bir dolandırıcılık çetesi tarafından 700,000 sterlinlik bir soygun yapıldı. 2 yıllık bir süre içerisinde peyderpey yapılan bu soygunla ilgili olarak kendisi de halen şaibe altında olmasına rağmen, nedense polis dosyayı kapatmış durumda. Çalınan paranın bugünkü değeri faiziyle birlikte hesaplandığında 25 trilyon gibi bir rakam ediyor. Bu da Hürbank’ta batan paranın bugünkü faizleriyle birlikte neredeyse 2 katıdır.
Burada bir parantez açalım. Çalınan paranın yarattığı açığı kapatmak için, “uzman” bankacı Mahmut Sezinler’in önerisiyle Hürbank’ta sermaye artışına gidilmesi kararlaştırılmıştır. Yönetim kurulu üyeleri ve diğer ortaklar bir kuruş bile ödeme yapmaya yanaşmayınca, bu iş de Birinci Holding’in sırtına yıkılmıştır. Çalınan meblağa yakın bir miktar Birinci Holding’in hanesine borç yazılarak sermaye artışı gerçekleştirilmiştir. Böylelikle Birinci Holding banka müdürlerinin hortumladığı ve hortumlattığı paranın ödenmesini de faiziyle birlikte üstlenmek zorunda kalmıştı. Bu durumda kredi kullanımında limit ve yetki aşımı meydana gelmişti. Ayrıca nakite sıkışan banka, Merkez Bankası’ndaki munzam karşılıklarını kullanma gereği duymuştur. Bu konuda Tekin Birinci şahsen, zamanın Maliye Bakanı Salih Coşar’a danışarak munzamları kullanmak istediğini söylemişti. Bunu olumlu karşılayan Coşar, “Bankanızın genel müdürüne söyleyin, bize iki satırlık bir başvuruda bulunsun, gereğini yapalım” demişti. Ama “uzman” bankacı Mahmut, “Benim Salih Coşar’ın tavsiyesine ihtiyacım yok, o bankacılıktan ne anlar, ben sorunu çözdüm bile” diyerek, gerekli yasal tedbiri almadı. Bunun yerine, “Tüm bankalar da zaten böyle yapıyor” mantığıyla, munzamları düşük göstererek mevduatı sigorta ettirmedi. Mahkemede de “Bu suçu Tekin Bey’in telkin ve teşvikiyle işledim” diyerek, iftiracı ve yalancı bir tavır takındı. Ne yazık ki Sayın Coşar da bu hususta mahkemede tanıklık yapmaktan her nedense çekinmiş, ve son dakikaya kadar kendisini tanık olarak mahkemeye götürme girişimlerim boşa gitmiştir.
Ne gariptir ki, bu soygunun faillerinden sadece Selçuk Yitmen, ancak Hürbank battıktan ve Tekin Birinci mahkum edildikten sonra yargı önüne çıkarıldı. Çalınan paranın ne kadar büyük bir meblağ olduğu (1996 tarihinde 117,537,502,210 TL; 329,918 STG ve 9000 USD), Hürbank’la ilgili duruşmalarda tahkikatı yapan polis memuru tarafından polis raporuyla belgelenmişti. Buna rağmen olayın perde önündeki faili Selçuk Yitmen, Mahmut Sezinler’in polise bulunduğu yalan beyan ışığında, sadece 10 milyar TL’lik bir meblağ çalmaktan, ve üstelik 1000 Sterlin bile etmeyen bir gayrimenkulüne el konulması nedeniyle borcunun neredeyse tamamını ödemiş süsü verilerek sadece 6 aya mahkum edilmiş, yapılan istinaf sonrası cezası 2 yıla çıkarılmıştır. Perde önündeki Selçuk Yitmen’in suç ortaklarının (Ahmet Süleymanoğlu’na bağlı dolandırıcılık çetesinin) ortaya çıkarılması için polis yeterince çaba göstermemiş ya da bu çaba engellenmiştir. Nitekim Selçuk Yitmen ve Ahmet Süleymanoğlu, tahkikat sırasında, gözaltındayken, bizzat Başbakan Derviş Eroğlu’nun müdahalesiyle gözaltı sürelerini hastanede tamamladılar.
Mahmut’un marifetleri bu kadarla da bitmiyor. Her akşam vezneler kapanmadan bankanın dövizlerini o günün en düşük kurundan satın alıp, ertesi sabah daha yüksek kurdan tekrar bankaya satmak suretiyle “satış karı” diyerek zimmetine para geçirdiği, bankayı teftiş eden fon yönetiminin müfettişleri tarafından belgelenmiştir. (Bana bu bilgiyi bizzat Maliye Bakanlığı müsteşarlarından biri vermiştir.)
Bunları yakından bilen banka murahhas üyesi Mustafa Tanıl mahkemede bildiklerini anlatmayı kabul etseydi, belki de o da sorumlu bir yönetici olarak mahkum edilebilirdi. Ama ne garip tecellidir ki, böyle bir mahkumiyet onun hayatını kurtarmış olacaktı.
İşte sicili bu kadar karanlık olan bu Mahmut Sezinler, mahkeme huzurunda Kur’an’a el basıp, Tekin Birinci’nin her Allah’ın günü kendisini “uzman” olduğu bankacılık alanında suça teşvik ettiğini, ayrıca oğullarının da kendisini suça teşvik ettiği iftirasını, yüzü kızarmadan atabildi.
Adalet mekanizmasının, şimdilerde her gün Sim FM’de toplumumuza bankacılık ve yatırım danışmanlığı yapma iddiasındaki bu sahtekara inanmaya ihtiyacı vardı. Çünkü bir günah keçisi aranıyordu, ve ilahlar bu günah keçisinin adını çoktan belirlemişti: Tekin Birinci.
Ama adaletse adalet! Herkes suçunun bedelini ödemeli. Tekin Birinci, Mahmut Sezinler gibi bir sahtekara bankasında görev vermekle suç işlemiştir. Bedelini, hem iflas ederek hem de cezasını çekerek ödüyor. Ama Mahmut Sezinler’in de yargı önüne çıkarılması talebimizi kimse engelleyemez. KKTC adalet mekanizmasının Hukuk Dairesi bu sorumluluktan kaçamaz. Hakim önünde, duruşma salonunda “Ben suçumu kabul ediyorum, itiraf ediyorum” diyen bu adamı yargılamayan adalet, adalet değildir.
Devlet Adamı Değil Tüccar...
Bu noktada Hürbank’ın neden ve nasıl iflas ettiğiyle ilgili gerçekler biraz daha açılmalıdır.
Hürbank’ta, banka sahipleri tarafından hortumlama, yurt dışına para kaçırma diye bir olay yoktur. Kuşkusuz, Lefkoşa şube müdürünün 2 yıl boyunca Genel Müdür Mahmut Sezinler’in göz yummasıyla hortumladığı 700 bin sterlinlik soygun, bankanın mali bünyesinin zayıflamasına yol açan en önemli olaydır. Buna ek olarak bankada yer alan aksaklıkların en kısa yoldan özeti şudur:
Bankanın verdiği kredilerin en önemlileri geri dönmemiş, bankanın sahibi olan Birinci Holding, “Bankamızı, paralarımızı, sermayemizi” kurtaralım ümidi ve endişesiyle, aldığı kredileri ödemeyen şirketleri devralmıştır. Devralmak da yeterli olmayınca, paranın geri dönüşünü sağlayabilmek için bu şirketlere bağlı işletmelere ek yatırımlar yapmak zorunda kalmıştır. Buna bir de çalınan parayı karşılamak için yapılan sermaye artışından doğan borçlanma da eklenince, mevduatın %92’si Birinci Holding’in kullanımında gibi göründü.
Yıllık %120-130 ve 3 ayda bir ana borca konsolide edilen faiz sistemiyle, yani yıllık %230’larda seyreden faizlerle bu yatırımların altından kalkılamamış, Birinci ailesi sadece bankaya koyduğu sermayeyi değil, 40 yıldır kazandıklarını da bu yolda yitirerek iflas etmiştir.
Birinci Grubu’nun en büyük suçu, Koç’un Sabancı’nın bile itibar etmeyip yatırım yapmadığı Kuzey Kıbrıs’ta yatırım yapmak olmuştur. Bu sadece Birinciler’in sıkıntısı değil kuşkusuz. Gazeteler her gün sanayicilerin, turizmcilerin ve mesleki kuruluşların bu konudaki feryatlarıyla doludur.
Birinci Grubu’nun ikinci suçu da, iktidar partilerine yağcılık yardakçılık yapmayarak, iktidar ortaklarıyla ihale düzenbazlıklarına bulaşmamış olması, temiz ve dürüst bir yapıya sahip olmasıdır.
Birinci Grubu’nun üçüncü suçu ise, ki bu günahların en büyüğüydü, demokratik olmayan, düşünce özgürlüğü olmayan bir ülkede demokratik düşünen, ilerici, aydın bir evlat ve bir de torun sahibi olmaktı.
Birinci Grubu, 40 yıldır her şeyini bu ülkeye yatırmış, yüzlerce kişiye istihdam olanağı sağlamış, ve hala bugün bile, personelinin sosyal sigorta, ihtiyat sandığı, gelir vergisi gibi tüm sosyal hak ve menfaatlerini tastamam yatırmakta olan bir şirkettir. Hatırlatmak isterim ki, KKTC devleti bir ara kendi çalışanlarının sosyal sigorta ödemelerini yatırmamış, ve Sosyal Sigorta Dairesi’ne para yerine Salamis Bay Otel yanında, atıl duran, sonradan “Sea Side Hotel” adını alan bir yarım inşaat vermiştir.
KKTC hükümeti vatandaşlarının çıkarlarını korumayı hedefleyen bir hükümet olsa, bugüne kadar ne Kalkınma Bankası’ndan, ne de Merkez Bankası’ndan bir kuruş bile kredi almadan işlerini döndüren Birinci Holding’e de, personelini kapı önüne koymaması ve Hürbank’tan kaynaklanan borçlarını ödemesi için yardımcı olabilirdi. Halen iflasın eşiğindeki birçok özel bankaya trilyonlar akıtıldı. (Bu konuya da şeffaflık getirilmeli, hükümet kime ne kadar kaynak aktarıldığını ve karşılığında alınan teminatları açıklamalıdır.) Turizm sektöründe sadece bir tesise verilen ve yıllardır ödenmeyen krediler, bugün itibariyle faiziyle birlikte Hürbank’ta batan paradan fazladır.
Buna rağmen turizmcilere borçlarını ödemeleri için 5 yıl daha faizsiz süre veriliyor. Bunları kınamak için yazmıyorum. Ama birine sağlanan olanak, ötekine de sağlanmalıdır. Çifte standart ortadan kaldırılmalıdır. Zor durumdaki bankalara ve şirketlere destek verilirken, Birinciler’e destek verilmemesinin ardındaki gerçek nedir?
Ekonominin e’sinden anlamayan Başbakan ve onun eczacı Maliye Bakanı, piyasalarla oyun oynamayı şaka sandı. Bunlar hükümet olanaklarını ticaret ve bankacılık yapmak için kullandıklarından, rakip saydıkları kuruluşları, bankalar krizini fırsat bilerek ve krizi derinleştirerek saf dışı edebileceklerini düşündü. Fakat bunu yaparken enkazın altında kalacaklarını, sistemin başlarına çökeceğini hesaplayamadılar.
Yaptığı işin ciddiyetini kavramış bir hükümet, zorda olan işletmeleri kurtarabilmek için rantabl olarak çalıştırılma olanağı bulunan işletmeleri destekleyerek, hem devlet kaynaklarının batmasını, hem de çalışanların mağduriyetini önleyebilirdi.
Fakat KKTC’de “hükümet” edenler böyle düşünmek yerine, “Bir an önce bunları batıralım da ellerindeki bayilikleri de biz alalım; bankalarının müşterilerini de kendi kurduğumuz bankalara çekelim” mantığı içinde hareket ettiler. Nitekim, Birinciler’e ait Volkswagen bayiliğini böyle bir komployla, malum bir paravan şirketin eline geçirdiler. Şirketin Maliye Bakanı Mehmet Bayram’a ait olduğu söylenti olmaktan çıktı, TC Milli Güvenlik Kurulu raporlarına yansıdı. Şimdilerde, Canatan Ltd.’e ait Ülker bayiliği de benzer bir “kazaya” uğramış durumda. Ülker bayiliği, Eroğlu ile bağlantılı bir şirketin eline geçti.
Bunları incelemek savcılığın mı görevidir, sayıştayın mı, ombudsmanın mı bilemiyorum. Ama kanıt bulunamayacağından eminim. Ne yazık ki rüşvetin ve yolsuzluğun belgesi yok!
İş adamlarının hükümetten destek görmek yerine hükümet erkini elinde bulunduranların paravan şirketleriyle boğuştuğu bir ortamda, burjuva hukuku yerine tam bir orman hukukunun hüküm sürdüğü bir ortamda iflas etmiş olmak da anlaşılırdır, utanılacak bir şey değildir.
Ama eğer gerçekten adalet aranacaksa, kamuoyu vicdanı rahatlatılacaksa, o zaman herkes için adalet talep etmekte haklıyız. Yaşanan rezaleti bir kişinin sırtına yıkmakla, sorumluların hiçbiri hesap vermekten kurtulamayacaktır.
Bir “Demokrasi” Öyküsü...
KKTC’de bir burjuva hukuk düzeninin olamayışı, aynı zamanda ülkenin militarist bir yönetim altında bulunmasından da kaynaklıdır. KKTC’de demokrasi yoktur. Askeri idare vardır. Bunu söylemekle yeni bir şey söylemiş olmuyorum. Neden böyle olduğu, askerin yaptığı baskılar her gün basında yazılmakta! Ben size bugün konunun pek bilinmeyen bir yönünü anlatacağım. Bu da Birinci Grubu’nun batırılmasında ordunun rolünü de içermektedir.
Bu ülkede ordu ithalatçı firmalardan mal alırken, gümrüklerden gizliliği olmasına, özel olmasına rağmen her ürünün ithalat faturasını alır, malın fatura fiyatını öğrenir ve kendine göre bir fiyat belirleyerek bu fiyatlardan alım yapar. Ordu, Türkiye içindeki firmalardan alım yaparken böyle mi davranıyor? Hayır. Dünyanın en geri kalmış ülkesinde bile böyle ticaret olmaz. Herkes fiyatını kendisi belirler, asker de uygun bulduğundan alır, bulmadığından almaz. Ama Kuzey Kıbrıs’ta, “yavruvatan”da bu mümkün. Gerekçesi de belli. “Biz sizi kurtardık ve gece rahat uyuyasınız diye sınırlarınızı bekliyoruz. Siz de bizden kar etmeyin. Çalıştığınız fabrikalara sürüm yapmış olun.” 26 yıldır hiçbir firma temsilcisi bu uygulamaya karşı ağzını açmadı.
Şimdilerde, bir de firmalar arasında tercih yaparak bazılarını askere yapılan gümrük indirimli satışlardan dışlamaya başladılar. Bunu yaparken bazı firmalara açık bir ayrıcalık ve avantaj sağlayanların herhangi bir özel çıkarı olup olmadığı, askeri yetkililerin, teftiş kurullarının araştırması gereken bir konudur.
Ama askeri indirimden dışlanan bir firma var ki, bunun arkasında yüz kızartıcı bir sebep var. Öyküsü de şöyle: Türk Maarif Koleji lise ikinci sınıftaki bir öğrenciden, okulun kompozisyon yarışmasına “Cumhuriyetlerimizin 75. ve 15. Yılları” konulu bir kompozisyonla katılması istenir. Bu öğrenci, okul müdiresi Emine Beton’a bu yarışmaya katılmak istemediğini, çünkü böyle bir kompozisyonda gerçek düşüncelerini yazamayacağını bildiğini söyler. Ancak müdire hanım okulun demokratik bir kurum olduğunu, herkesin kendi düşüncesini rahatlıkla yazabileceğini söyler ve öğrenciyi yarışmaya katılıp düşüncelerini yazmaya teşvik eder. Bunun üzerine bu öğrenci de kendi düşünceleriyle yarışmaya katılır, ama başına gelecekleri aklına bile getirmez. Daha 15 yaşında faşizmin çirkin yüzüyle tanışır.
Yazılan kompozisyon, yarışma jürisine gitmek yerine, Cumhurbaşkanı Denktaş’ın, oradan da kolordu komutanının masasına gider. (Mustafa Akıncı, bunu yapan Türkçe öğretmeni Sabiha Aktan’ı, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu başkanlığıyla ödüllendirdi. Çocuklarımızı iyi terbiye etsin diye!) DP hükümeti de sorumlu okul müdiresi Emine Beton’u Genel Ortaöğretim Dairesi müdürlüğüyle ödüllendirdi.
O dönemde çocuğun babası yurt dışında olduğu için bu kompozisyondan haberi olmaz. Buna karşın, jurnalci Cumhurbaşkanı çocuğun babasına değil, dedesine bir mektup gönderir:
“Sevgili kardeşim...,
Ekteki yazıyı görünce sen de benim gibi üzüleceksin. Eminim ki bu yazıyı çocuğun babası yazmıştır.”
Bizi işte böylesine önyargılı bir cumhurbaşkanı yönetmektedir! Kendi öğrencisini kolordu komutanlığına jurnalleyen öğretmenler, bakanlar, cumhurbaşkanları hala başımızda. Sonrasında neler oldu?
Kolordu bu yazıyı tüm askeri birliklere göndererek ibret olsun diye ilan tahtalarına astırdı. Kıbrıs Türkleri arasında, “dostlar arasında” olmadıklarını Türk askerlerine hatırlatmak için! Brifinglerde bu yazı tepegözlerden gösterildi. Ve bu çocuğun sadece babasının şirketi değil, amcalarına, dedesine, hatta aynı soyadını taşıyan herkese ait şirketler subaylara özgü gümrük muafiyetli satışlardan çıkarıldı. Bütün aile vatan haini ilan edildi. (Aradan 4 yıl geçmesine rağmen bu yüz kızartıcı uygulama hala sürüyor. Kolordu bu yazıyı bahane ederek yazıyla hiç ilgisi olmayan şirketlerin askeri indirime katılmasını engelleyerek, bazı firmaları bilerek rekabetten koruyor.)
Cumhurbaşkanı Denktaş, babasının olmadığı bir ortamda 15 yaşında bir kız çocuğunu, dedesi ve amcalarının huzurunda sorguya çekti! Başbakan Eroğlu ve Maliye Bakanı Bayram, bu çocuğun dedesine ait şirketleri baltalamak için elinden geleni ardına koymadı.
Şimdi de bankacılık sektöründeki çöküşün günahından kurtulmak için, aleme ibret olsun, “hırsız bankacılar”ın nasıl cezalandırıldığını herkes görsün diye, ilk batan iki bankanın yöneticilerinden de önce yargılatarak bu çocuğun dedesini cezaevine soktular.
Bir yandan düşüncelerinden dolayı çocuklar ve ailelerini yargısız infaz eden bir askeri yönetimin, öte yandan Ankara’nın icazetiyle 45 yıldır Kıbrıs Türk toplumunu ve KKTC’yi yöneten Denktaş ve 17 yıldır başımızdan gitmeyen Eroğlu ve ekiplerinin, 1974 yılından bu yana geçen 27 yılda ülkeyi getirdiği nokta bu.
Denktaş’ın tabiriyle “ekonomi dibe vurdu”. Eğer Japonya’da hakkındaki suçlamalar nedeniyle intihar eden bakanın sahip olduğu iradenin binde birine sahip olsalar, bunların tümünün de istifa etmesi gerekirdi. Ama yüzlerine tükürsek “oh ne güzel yağmur yağıyor!” diyecekler. Kuzey Kıbrıs’ın tüm nimetlerini yağmalayan, ama ekonomi dibe vurunca hiçbir sorumluluk taşımıyormuş gibi bütün suçu birkaç “art niyetli” insana yıkmaya çalışan bu yöneticiler artık yolun sonuna geldi.
Çünkü Kuzey Kıbrıs’taki ekonomik çöküntü sadece emekçilerin başına yıkılmadı. Kuzey Kıbrıs’ın sanayicileri de, tüccarları da, bankacıları da, turizmcileri de, esnafı da çöktü, yıkıldı, battı!
Bu ülkede yönetici sınıflar artık yönetemeyecek haldedir. Yönetilenlerin, işçilerin ve emekçilerin de artık mevcut yönetimlere tahammülü kalmamıştır.
Çare barışta ve demokrasidedir. Demokrasiden yana olan tüm güçler bir araya gelmeli, yönetimi ele geçirip halkın vicdanına dayalı gerçek adaleti sağlamalı, tüm parazitleri, hortumcuları, yağma ve talan düzeninin temsilcilerini, kamu kaynaklarını mirasyedi savurganlığıyla harcayanları yargılamalıdır. Mevcut düzenin adaletine sığınamayız; çünkü bu “adalete” zerre güvenimiz kalmamıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder