Eski Makalelerim

Geçmişte muhtelif yerlerde yayınlanmış makalelerimden bir seçkiyi aşağıda bulabilirsiniz... 

*

Sayın Hürrem Tulga’ya Mektup

29 Ağustos 1985

Ortam gazetesinde 14-24 Ağustos 1985 tarihleri arasında yayınlanan ve tarafınızdan yönetilen “Kıbrıs’ın Son Yüzyılı” konulu açık oturumla ilgili birtakım görüş ve sorularım aşağıdadır.

“Kıbrıs’ın Son Yüzyılı” derken öncelikle incelediğimiz konu, Kıbrıs’ın yakın siyasal geçmişidir. Gerçekten de adamızın bugün içinde bulunduğu sorunların temel nedenleri, bazı noktalarda oldukça derin tarihsel köklere sahip olsalar bile, son yüzyılda ortaya çıkmıştır.

Kıbrıs’ın son yüzyılını incelerken, kanımca aydınlatılması gerekli en önemli noktaları doğru tespit etmek gereklidir. Örneğin Kıbrıs sorununun emperyalist güçlerin sömürü ve dünya hegemonyası amacıyla dalaşmalarından kaynaklandığı, Kıbrıs’ın emperyalist güçler açısından (stratejik vs.) önemi gibi konular, bugün artık bilinen fakat sık sık hatırlatılması gerekli konulardır. Ancak üzerinde ağırlıklı olarak durulacak noktalar bunlar değildir. Bu noktaların önemsiz olduğunu vurgulamak istemiyorum. Örneğin Sn. Şükrü Gürel bile bu gerçekleri henüz kavramamış olacak ki, Kıbrıs sorununu “iki ayrı kimlik taşıyan iki toplumun özünde çatıştığı bir sorun” olarak görüyor (Röportaj No:1). Şükrü Bey aynı anlayışı röportajın ilerleyen kısımlarında da birkaç kez tekrarlıyor. Halbuki sorunun özü, Kıbrıs’taki iki toplumun karşılıklı güvensizlik gibi nedenlerle birbiriyle çatışması değildir. İki toplum arasındaki bu çelişkiler aslında iç etkenleri oluşturmaktadır. Bu iki “toplum” arasında var olan birtakım ulusal-kültürel farklılıklar ve çelişkiler, emperyalist güçler tarafından kullanılıyor. Aslında uzlaşır nitelikteki bu çelişkiler körüklenerek uzlaşmaz çelişkilere dönüştürülmekte, bilinçli ve sürekli bir şekilde ön planda tutulmaktadır. Böylelikle emperyalist güçler kendilerini ve kirli emellerini perde gerisinde tutabiliyor; ve bu da o kadar başarıyla gerçekleştiriliyor ki, aydınlarımız, Şükrü Gürel’ler bile bu basit gerçeği ayırt edemiyor! İşte bu nedenle emperyalist güçlerin dünya pazarları üzerindeki tahakküm ve sömürüsünü, bu amaçla tezgahladıkları dolapları ve Kıbrıs’la olan ilgilerini sürekli olarak açıklamalı, bu noktayı canlı bir şekilde ön planda tutmalı ve anlaşılmasını sağlamalıyız. Ama temcit pilavı gibi hep aynı şeyleri tekrarlayıp araştırmalarımızı derinleştirmezsek, o zaman söylenen genel şeyler de zamanla önemini yitirmeye başlar.

Benim Kıbrıs’ın son yüzyılıyla ilgili olarak öğrenmek istediğim şey, takip ettiğim yazı dizilerinde beni tatmin etmeyen, açıklığa kavuşturulmasını beklediğim noktalar şunlardır:

(Bu noktaların her iki arkadaşımız tarafından ayrı ayrı cevaplandırılmasını istiyorum.)

1. Somut olarak hangi emperyalist güçler Kıbrıs’la ilgilenmektedir ve bu ilginin sebebi nedir?

2. Kıbrıs’la ilgilenen emperyalist güçlerin kendi aralarında, Kıbrıs/Ortadoğu üzerine veya başka noktalarda görüş ayrılığı var mı? Varsa nelerdir? Yoksa, bunlar arasında herhangi bir görüş birliği mevcut mu?

Bu iki soru özellikle ABD ve İngiltere’nin adayla ilişkileri açısından düşünülsün...

3. a- Kıbrıs’ta Osmanlı hakimiyetinin bitmesinden (1878’den) sonra, 1960’a gelene dek nasıl bir ulusal yapı oluşmuştur? b- Yine aynı dönemde sınıfsal yapı nasıldır?

4. Kıbrıs’ta yer alan “ulusal hareketler” gerçek anlamda ulusal nitelikte miydi (yani anti-emperyalist bir içerik taşıyor muydu)? Yoksa bunlar bizzat emperyalizmin güdümünde gelişen ulusal hareketler miydi? Bu hareketlere “anti-kolonyalist” hareketler denilebilir mi?

5. Kıbrıs Rum hakim sınıflarının “Enosis” istemi ne kadar samimiydi? Değilseydi, Enosis’in Kıbrıs Rumları arasında kitle desteği sağlayabilmek için vazgeçilmez bir belgi olması nasıl izah edilebilir?

6. 1920’li yıllarda kurulan Kıbrıs Komünist Partisi’nin doğru bir çizgisi var mıydı? Savunduğu temel tezler neydi?

7. “AKEL kurulduğunda bir kez daha ortak mücadele fırsatı ele geçirilmişti” diyorsunuz. AKEL’in kurulması, aslında kiliseyle “komünistler” arasında var olan sekterliği ortadan kaldırmak için KKP’nin çizgisinin tasfiyesi ve Enosis istemi temelinde gerçekleşmemiş miydi? AKEL’in kuruluşundan sonraki ilk üç yılda KKP de varlığını sürdürmüş müydü? Eğer böyleyse, AKEL’in kuruluşu ortak mücadele için bir fırsat değil, ortak mücadeleye vurulmuş en önemli darbe olmaz mı?

8. AKEL Enosis belgisini gerçekten Enosis’e inandığı için mi savundu, yoksa kitle kuyrukçusu karakterinden dolayı mı bunu yaptı?

9. Makarios nasıl değerlendirilmelidir? Bu adam anti-emperyalist bir kişiliğe sahip miydi, yoksa belirli bir emperyalist gücün uşaklığını mı üstlenmişti?

Şimdilik sorularım bu kadar.

Saygılar sunarım.

"Kemal Ali"

 

Size Yapılan Baskılar, Ülkemizin Tüm Dürüst İnsanlarına Karşı Yapıldı

 

Sayın Şener Levent,

23 Aralık gecesi uğramış olduğunuz polis takibatına ilişkin haberi öfke ve nefretle okudum.

Bu takibatın amacı, baskı ve terör yaratarak, dürüst düşünen insanları, demokratları sindirmekten başka bir şey değildir. Bunu yapanların daha karanlık amaçlar peşinde olduğuna, yeni faili meçhuller yaratma niyetinde olduklarına kuşku yoktur.

Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan adlı demokrat gazetecilerin katledilişi unutulmamışken, Kutlu Adalı’nın daha kanı bile kurumamışken, size yapılmak istenen bu aynı kalleşliğe, ülkesini seven her dürüst yurttaş, her demokrat kişi ve kurum tavır takınmalıdır.

Hala 1958’de, 60’lı yıllarda yaşayan bazı örümcek kafalılar bilmelidir ki, tüm olumsuzluklara rağmen artık devir “teşkilat devri” değildir. Hak yiyiciler; tehdit, şantaj ve adam öldürmekle, bu ülkeye sahip çıkmak isteyen, bu ülkede insanca yaşamak isteyen barışsever ve dürüst insanları sindiremezler. Meydanı onlara bırakmak niyetinde değiliz.

Onların CIA’larına, KGB’lerine, kontrgerillalarına, devlet içi çetelerine karşı biz de dayanışma içine gireceğiz.

Arif Hasan Tahsin’in dediği gibi, sürüden ayrılanı kurt kapar! Bizim birimizi bile bu kağıttan kurtlara yem etmeye niyetimiz yok. Artık köpeksiz köyde değneksiz dolaşmak yok. Devrimci, demokrat ve dürüst insanlar olarak tüm baskılara karşı birleşeceğiz. Gücümüzü haklılığımızdan ve birliğimizden alacağız.

Size yapılan baskıları, ülkemizin tüm demokrat ve dürüst insanlarına yapılmış kabul ediyorum. Bu baskıları kınamıyorum bile! Ama müthiş bir öfke duyuyorum. Bu öfke benim gibi binlerce insanımızın içinde de büyümekte. Faşist, militarist güçleri öfkemizle yeneceğiz. Düşünenleri ve düşündüklerini söyleyenleri yok etmeye çalışanlar, aslında bunu korkularından yapıyorlar. Fakat korkunun ecele faydası yok. Tüm dürüst demokratları, devrimci insanları sizinle dayanışmaya çağırıyorum.

Çünkü bu alçakça saldırı size değil hepimize yapılmıştır. Saldıranlar sadece sizi değil, hepimizi karşılarına aldıklarını bilmelidir.

 

 *

Şener Levent’e Açık Mektup 1

  

Sayın Şener Levent,

Denktaş ve Kiprianu’nun üçüncü tur görüşmelerinin ikinci safhasında Kıbrıs’ta “barış” yolunda ufukta beliren ümit kırıntılarının karşısında, köşe yazılarınızda başlıca şu noktaları vurgulamaktasınız:

-Rumlara çok ödün verildi.

-Masada yenilen taraf gibi hareket ettik.

-Rumlar savaşta kaybettiklerinin çoğunu masada geri aldılar.

-Verilen ödünler adaya kalıcı barış getirmez.

-1974-84 dönemi, Kıbrıs için gerçekten barış dönemi oldu.

-Geleceği üzerinde bu kadar hesap yapılan halka bir şey açıklanmış değil.

-Fakat herkes bugünkü düzenden, ekonomik yıkımdan o kadar bıkmış ki, “ne olacaksa bir an önce olsun” zihniyeti yerleşti.

Bu noktalar bir bütün olarak ele alındığında çok tehlikeli bir içerik taşımaktadır. Sizi genel olarak “halkçı bir yazar” olarak değerlendirmeye alıştığımız için, bazı okuyucular bu yazılarda daha ziyade ekonomik düzenin bozukluğunu vurguladığınızı sanabilir. Ama aslında söylediğiniz şu:

“Ey ahali, gözünüzü açın. Ekonomik sorunlardan gına geldiği için önünüze gelen her anlaşmayı kabul etmeyin. Bakın işte toprak tavizi veriliyor. Eşit bir şekilde temsil edilmiyoruz. Bu anlaşma kabul edilemez.”

Bunu yapmakla, halkı yıllardan sonra ilk defa beliren anlaşma umutlarına karşı kışkırtmaktasınız Sayın Levent. Üstelik bunu yaparken de hiçbir alternatif göstermiyorsunuz. İyi güzel, bu anlaşmayı reddedelim. Peki siz ne öneriyorsunuz? Seçenek nedir?

Bir kere halkımız önüne gelen ilk anlaşmaya gözü kapalı destek verirse, bunda haklı değil midir? Kıbrıs Türkleri için hiçbir anlaşmanın bugünkünden daha kötü bir durum getireceğini sanmıyorum.

Yapılacak olan anlaşmaların, sizin de belirttiğiniz gibi, kapalı kapılar ardında, halkımızdan gizli, Reagan, Thatcher ve Çernenko’lar tarafından önceden varılmış anlaşmalar olduğu kuşkusuzdur. Halkımız tarafından kabul edilemez olan esas nokta budur; yoksa toprak tavizi verilip verilmemesi değil. Sanki halkımızın fikri sorulsaydı ne değişecekti? Kendinize sorun Şener kardeşim. Siz ne seçenek sunabiliyor, ne gibi önerilerle hiç olmazsa sorunun çözümüne halkımızın çıkarları açısından katkıda bulunuyorsunuz?

Partilerimizin tüm yaptığı, “iki toplum lideri görüşsün” demekten ve zaman zaman da bazı partilerin “tüm askeri üsler kaldırılsın” gibi öneriler ortaya koymasından ötede somutlaşabildi mi?

Şu anda olan nedir? Emperyalist güçler kendi aralarında Kıbrıs’ta bir “çözüm” için anlaşmış gibi görünüyor. Yani eğer anlaşırlarsa emperyalist bir “barış” ortamı gelecek, kalıcı barış değil. Fakat her şeye rağmen emperyalist barış, emperyalist savaştan daha iyidir. O halde emperyalist barışı desteklemeliyiz. Halkımızın lehine olduğunu düşündüğümüz somut önerilerimizi halkımıza anlatarak, bu öneriler ışığında demokratik içerik taşıyacak çözümü emperyalist güçlere dayatmalıyız.

Yapılacak “barışın” kalıcı olmadığını siz de vurguladınız Sayın Levent. Peki ama kalıcı barış ne demektir biliyor musunuz? Kalıcı barışın nasıl sağlanacağı konusundaki düşüncelerinizi açıklamanızı istiyorum.

Sayın Levent, şu ana kadar son New York görüşmeleri hakkında yazdığınız tüm yazılar, değil kalıcı barışın, geçici barışın bile karşısında olup, adeta barış değil taksim kokuyor. 1974-84 arasındaki “barıştan” söz ediyor ve bunu ekonomik refahla taçlandıramadığımızdan yakınıyorsunuz. Peki ya bunu da başarsaydık o zaman ne yapmalıydık? Adayı taksim edip, Rumlardan kopuk ve dolayısıyla barış içinde bir Kuzey Kıbrıs’ta mı yaşamalıydık?

Bunun da ötesinde, son makalelerinizin tümünde “barışı” reddetmenizin temel nedeni olarak ne barışın kalıcı olmayışı, ne iki toplum için eşitlik ilkesinden yoksun oluşu, ne de halkın düzenden bıktığı için önüne gelen çözüme umut bağlaması gerekçeleri öne çıkmaktadır. Esas öne çıkan nokta, toprak tavizi verildiği konusundaki yaygaralarınızdır. Eğer Kıbrıs’ta bir anlaşma olacaksa, bu şüphesiz karşılıklı tavizlerle olacaktır. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Halkın böyle bir tavize tepkisi çok olumludur. Savaşta kazanılanın masa başında geri verilmesi edebiyatı, eski bir “bozkurt” edebiyatıdır. Hem savaşta kazanılan her şey hak edilmiş demek değildir. Savaş siyasetin bir devamıdır, bir taktiktir. Biz başarılı bir bezirgan gibi, 1974’ten önce yüzde 25 toprak ve kantonal federasyon istiyorduk. Sonra yüzde 33 toprak alıp tekrar yüzde 4’ünü iade ettik, ve iki bölgeli federasyonu dayattık. Yani bu durumda Kıbrıs’ın yüzde 29’u bize kalmış oluyor. Halbuki siz daha da ileri gidip, Kıbrıs’ta Türklere ait tapulu malın yüzde 38.8 olduğunu, yüzde 29’u kabul etmenin tapulu malı elden çıkarmak olduğunu, Sayın Mümtaz Soysal’ın ağzından söylüyorsunuz. Her ikiniz de araştırmadan konuştuğunuz için yanılıyorsunuz. Siz kimin malını kime tapuluyorsunuz Şener Bey? Bu konuda ilginç bir istatistiğe dikkatinizi çekmek isterim.

Belki 1960 ve sonrasına ait kaynakları “Rumlar tahrif etti” diye kabul etmezsiniz düşüncesiyle, 1946 yılına ait bir kaynak veriyorum. 1946’da İngiliz koloni hükümetinden D.A. Percival gözetimindeki ve A.P. Celaleddin’in kendisine asistanlık yaptığı sayımlara göre durum şöyle:

Toplam 6,915,392 dönüm olan Kıbrıs toprağının zirai alan olarak değerlendirilen 3,246,012 dönümlük bölümünün milliyetlere göre dağılımı şöyle:

 

Toplum

 

Alan (Dönüm)

%

Rum

Türk

Diğer (Ermeni, Maronit vs.)

2,593,800

593,200

59,000

79.9

18.3

1.8

 

 

 

TOPLAM

3,216,000

100.0

 

Yani buna göre tapulu Türk toprağı oranı yüzde 18.3’tü. Ayrıca dikkatinizi çekerim ki tapulu mal ülke toprağının tümü olmayıp, bunun bile ancak yüzde 18.3’ü Türklerindir.

Sayın Levent, sizin “toprak tavizi” konusunda kopardığınız yaygara, en “vatan millet sakaryacıyı” aratmayacak kadar şövenist bir tutumdur. Kıbrıs’ta gerçekleri görmezsek, katı ve şöven duygularımızı hep ön plana çıkarırsak, ne geçici barış olur ne de kalıcı.

 

 *

 

Kıbrıs Postası’na Mektup

                                                                                                                          

                               20 Mart 1984

Sayın Şener Levent,

Söze şunu belirterek başlayayım ki, yazılarınızı sürekli takip etmeme rağmen genellikle görüşlerinize katılan biri değilim. Fakat gerçeklere, doğru ve haklı noktalara değinen kim olursa olsun desteklenmesi gerektiğine inanıyor ve onu destekliyorum.

Geçtiğimiz 18 Mart 1984 Pazar günü Kıbrıs Postası’nda çıkan köşe yazınız çok doğru bir noktaya temas ediyordu. Bu konu iyice işlenmeli ve tartışılmalıdır. Halkımız bu konuda uyarılmalı ve böylece “Kıbrıs sorunu” denen soruna aktif olarak katılmalıdır.

Sayın Levent, ifade ettiğiniz gibi, bir savaş anında çarpışan, kırılan, şehit olan, sakat kalan bizleriz; halkımızdır, emekçilerimizdir. O halde bizim adımıza neler konuşulup görüşüldüğünü bilmek isteriz. Bu bizim hakkımızdır. İkili görüşmeler, beşli görüşmeler ve zirve toplantıları yıllardır sürüp gidiyor. Fakat her toplantıdan sonra aynı beyanatlar veriliyor; karşılıklı tahrikler, şövenist demeçler sürüp gidiyor. Bu adamlar neyin pazarlığını yapıyor, anlaşamadıkları noktalar nedir? Rum tarafı bizden taviz olarak neler istedi? Rumların önerdiği ortak devlet biçiminin ayrıntıları nedir, (eğer böyle bir önerileri varsa)? İki bölgeli federal bir cumhuriyet kurulması için Türk tarafı olarak belli tavizler vermeye hazır mıyız? Eğer taviz söz konusuysa bunlar nelerdir? Bunlar ve benzeri daha birçok soru aklımızı kurcalamaktadır. Bu soruların cevabını bilmek hakkımızdır. Belki de bugünkü Rum ve Türk yönetimlerinin üzerinde anlaşamadıkları ve onları yeni bir savaşa sürükleyebilecek noktalarda daha farklı bir tavır takınılması, en azından bir savaş çıkmasına engel olabilir.

Görüşmelere etki edebilecek faktörler arasında, hiç kuşkusuz görüşmecilerin kişilikleri de vardır. Denktaş, Kiprianu ve De Cuellar’ın anlaşamayacağı bir konuda başka görüşmeciler anlaşabilir. Görüşmelerin gizli olarak yürütülmesi, hepimizin kaderini belirleyecek önemli konularda halkımızın söz sahibi olmaması demektir. Görüşmecilerin kişisel çıkar ve ihtiraslarının halkımızın inisiyatifinin yerine geçmesi demektir.

Ben bir Kıbrıslı Türk olarak, Kıbrıs’ın nerede olduğunu dahi bilmeyen Yanki diplomatlarının Kıbrıs’ın geleceği hakkındaki toplantılara katılmasını, bu konuda ayrıntılı bilgi sahibi olmasını, bizimse yok denecek kadar az bilgimiz olmasını kabul edememekteyim. Her dürüst Kıbrıslı Rum’un da aynı şekilde düşüneceğine inanıyorum.

Kıbrıs halkı artık savaşmaktan bıkmıştır. Bir an önce adada barış sağlanmalıdır. Bunu kısa sürede sağlamanın en etkili yolu ise, toplumlararası görüşmelerin kamuoyuna açık olarak yürütülmesi ve halkımızın kitle örgütleri üzerinden görüş ve önerilerini ortaya koyarak sorunun çözümüne bilfiil katılmasıdır.

Selamlar,

"K. Alev" / Lefkoşa

 *

 

“Susuş Kumkuması”nda Birikmiş Görüşler2

 

24 Temmuz 1984

Sayın Doğan Harman,

Son yıllarda Kıbrıs Türk solu içerisinde kendinize Marksist-Leninist bir düşünür görünümü kazandırmayı başardınız. Kuşkusuz ki bunda en önemli etken, Marksist-Leninist eserlerden sıkça referanslar vererek hazırladığınız yazılar ve başta da “Kıbrıs’ta Ulusal Sorun” adlı çalışmanızdır.

Marksizm-Leninizm adına, fakat ondan büyük sapmalar içerisinde bulunan görüş ve tezlerinizin bugüne kadarki tek olumlu yanı, sol içerisindeki tartışmalara daha bilimsel bir düzey sağlamış olmasıdır.

Beni size bu mektubu yazmaya iten en önemli etkense, kitleler önünde açık tartışmaya taraftar olan tavrınızdır. 18 Temmuz 1984 Çarşamba günü yayınlanan Akşam gazetesindeki “Susuş Kumkuması” başlıklı yazınızda şunları söylemekteydiniz:

“Diyelim ki adamın biri bir kitap, makale veya broşür yazmış bizi eleştirmektedir; veya ilkesel bir görüş ortaya atmıştır. Düşüncelerini bu yolla halka iletmek, tartışılmasını sağlamak istemektedir.

Eğer herkes düşüncesini söyler ve halk önünde tartışılırsa ne olacaktır?

Halk er geç kimin düşüncelerinin doğru olduğunu anlayacak ve belli bir düşünceyi benimseyecektir.”

Bu sözlerinizi bağlarken, kendilerine getirilen her türlü görüş ve eleştiriye karşı susmayı tercih eden ülkemizin sahte politikacılarının yanlış tutumunu teşhir etmekteydiniz. Gerçekten de ülkemizdeki siyasi kurum ve kuruluşların, basın-yayın organlarının ve fikir adamlarının çoğu, “söz gümüşse sükut altındır” ilkesine sık sık sarılmaktadır. Bunlar kendilerine karşı yazılan her yazıyı, yapılan her eleştiriyi “susuş kumkumasında” eritmeye çalışmaktadır. Bunların kafaları boş, fikirleri çürük olduğu için ellerindeki tek silah susmaktır. Her ne kadar CTP etrafında çöreklenmiş ekip bu akımın başını çeker gibi görünmekteyse de, aslında bu hastalık toplumun diğer siyasal kurum ve kuruluşlarında da yaygındır.

Susuş kumkumasından en fazla mağdur olanlarsa ülkemizin Marksist-Leninistleridir. Ülkemizde 1970’li yıllardan bu yana filizlenmeye başlayan Marksist-Leninist görüşler, 1980’li yıllara gelindiğinde birçok noktada olgunlaşmıştır. Bu görüşlerin olgunlaştığı başlıca noktalar şunlardır:

a- AKEL’in değerlendirilmesi

b- Örgütlenme anlayışı

c- Kıbrıs’ta ulusal sorun

d- Kıbrıs’ın sosyo-ekonomik yapısı

Bizler bu noktalardaki görüşlerimizi kendi olanaklarımızla ancak çok sınırlı bir kesime ulaştırabildik. Bu görüşleri daha geniş kesimlere ulaştırmak için burjuva basınından yararlanmaya çalıştık; fakat hiçbiri görüşlerimize yer vermeyi kabul etmedi.

1973 yılından sonra çeşitli toplantılarda, (Türkçe ve İngilizce) yazılı olarak AKEL’i açıkça eleştirdik. Onların sosyal şöven tavırlarını teşhir ettik. Ancak AKEL, “duymayanlara da biz mi duyuralım” mantığıyla, getirilen eleştirilere tek bir yanıt bile vermedi. Aynı şekilde CTP’yi de eleştirdik. Onlar da bilinçli bir şekilde sükutu tercih ettiler.

Böyle yöntemler, ülkemiz devrimcilerine ışık tutacak birçok önemli tezin yayılmasını ve gelişmesini engelledi.

Son yıllarda sizin ulusal sorun konusunda yazdıklarınız devrimcilerin kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda sizinle kitleler önünde, gazetenizin sayfalarından yararlanarak açıkça tartışmak istiyoruz. Böylelikle kitleler kimin haklı olduğunu anlayacak ve belli bir düşünceyi benimseyecektir. Bu önerimizi reddetmeyeceğinizi umuyorum.

Bu arada bizim bir de küçük maruzatımız olacak. Bugünkü şartlarda bizim görüşlerimiz hakim sınıfların hoşuna gitmez. Çünkü biz sizler gibi sağ gösterip sol vurmuyoruz. Bu nedenle biz yazılarımızı takma isimle size iletmeye çalışacağız. Zaten bizim açık ismimizi kullanarak kendimize siyasi alanda parsa toplamak gibi bir derdimiz yoktur. Şu da unutulmamalıdır ki, düşünceleri kimlerin ürettiği değil, düşüncelerin içeriği önemlidir.

Bu önerinin de susuş kumkumasına atılmaması umuduyla.

Selamlar,

"A. Doğruyol"


*


Doğan Harman’a Yanıt

9 Ağustos 1984

Sayın Doğan Harman,

Önce göndermiş olduğum yazıya “Bu Akşam Kıbrıs” gazetesinde size ayrılan köşede yer vermiş olduğunuz için teşekkür ederim. Dahası bu yazıyı cevaplandırmakla da beni onurlandırdınız!

Gel gelelim yazdıklarınızın içeriği beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazdıklarınızın çoğu benim yazımın özünden uzak ve okuyucunun dikkatini bu özden koparıcı niteliktedir. Aslında benim vurgulamak istediğim, “susuş kumkumasının” bu ülkede fikir mücadelesini ne denli boğmakta olduğuydu. Buna bağlı olarak da susuş kumkumasına açık ve yazılı tepki göstermiş olduğunuz için sizinle birtakım sorunları ve özellikle de ulusal sorunu tartışabileceğimizi ümit ediyordum. Tüm bunları bir paragraflık kısa bir yazıyla size iletebilirdim. Ancak bunun yerine işi biraz da sohbete dökmekle Kıbrıs’a yeni dönmüş olan bir “ilericiye” ülkedeki kimi koşulları anlatmak istemiştim. Çok yararlı oldu! Çünkü bunun sonucunda karşımızda kimlerin bulunduğunu bir kere daha iyice görebiliyoruz.

Sayın Harman, cevabınızın büyük kısmı yalnızca demagojiye dayanmaktadır. Herhalde doktoranızı bu konuda yaptınız. “Bilimsel düzey”, “söz gümüşse sükut altındır”, “sağ gösterip sol vurmak”, “kulağımı çekmeniz”, “Moskova Üniversitesi’ndeki talebeleriniz” ya da “Marks’ın açık isimle yazıp yazmaması” ile ilgili noktalarda yapmış olduğunuz demagojiye bu aşamada cevap verme gereğini bile duymuyorum. Çünkü bunları tartışmak, esas tartışılacak noktadan bizi uzaklaştırır. Bunları tartışmak bizi ancak sonuçsuz bir sidik yarışına götürebilir. Bu noktaları ileride gerekirse cevaplandırmak üzere şimdilik bir kenara bırakıyorum.

Kıbrıs’taki burjuva basını, Söz ve Akşam gazetelerinin yerli basın içindeki konumuna gelince, bu da başlı başına ayrı bir tartışma konusudur. Bu nedenle bunun değerlendirmesini de sonraya bırakmakta yarar vardır. Ancak ille de merak ediyorsanız, bu konudaki düşüncemi bir cümleyle özetleyebilirim: Söz gazetesi de bana göre burjuva basının ayrılmaz bir parçasıdır ve son yıllarda Akşam gazetesiyle birlikte sosyal şövenizmin bayrağını taşımaktadır. Bu söylediklerimi kanıtlamak da boynumun borcu olsun. Zaten sizin ulusal sorunla ilgili görüşlerinizi incelerken bunlar da ortaya çıkacak, meraklanmayın!

AKEL ve CTP’ye getirilen açık eleştiriler konusundaki tavrınız da, gerçekleri bilmeyen geniş okur kitlesini yanıltıcı nitelikte olduğu için tam bir yüz karasıdır. Yakın çevrenize iyice bakarsanız, bu yazılı eleştirilerden bazılarını görmemeniz olanaksızdır. Bu konuda yaptığınız demagojiyi cevaplandırmayı ve söz konusu belgelerin varlığını kanıtlamayı da daha sonraya bırakıyorum. Bunu yapmak da boynumun borcu olsun.

Açık tartışma konusuna gelince… Bence kitleler önünde tartışacak olan kişiliklerimiz değil, düşüncelerimizdir. Benim önerim görüşlerimizin kitle önünde tartışılmasıdır. Yine de basın kuralları gereğince, benim yazacaklarımın sorumluluğunun da Akşam gazetesi ve onun köşe yazarına ait olacağı bir gerçektir. Bunun bilincinde olduğum için, önerimin kabulü halinde yazılarımı çeşitli noktalarda kısıtlı tutmayı düşünüyordum. Kuşkusuz bu da sorumluluğun gazeteniz ve sizin üzerinize kalmasını engelleyecek bir tedbir olamazdı. Bu nedenle kendi görüşlerimin sorumluluğunu başkalarına yükleyen tipteki önerimin hatalı olduğunu kabul ediyorum. Bu hatalı öneri gerçekten de benim aceleci tavrımdan kaynaklanmış, iyi düşünülmemiş bir öneridir. Fakat bunun devrimci ahlakla bir ilgisi yoktur. Ayrıca bir kez daha tekrarlamak istiyorum ki, benim açık tartışmadan anladığım, görüş ve düşüncelerin kitleler önünde tartışılmasıdır; yoksa onların sahiplerinin değil. Bu noktada benim hatam, burjuva basının yasa ve kuralları gereğince, yayınlanan yazılara ait yükümlülük konusunu göz önünde bulundurmamaktır.

Gizli kalma arzumuzun gerekçeleri size göre eli ayağı kırık, başı gözü yarık olabilir. Bu noktada söylediklerinizin dürüst olmadığını siz de biliyorsunuz. Çünkü baskı rejimlerinde Marksist-Leninistlerin açıkça mücadele vermesine hakim sınıfların müsaade etmediğini iyi biliyorsunuz. Ulusal sorun konusunda Marksist-Leninist düşüncelerin hakim sınıflar tarafından ne denli tahammül edilmez olduğunu, ülkemizin tüm devrimcilerine, sınıf bilinçli işçilerine, ilerici aydınlarına, yurtsever ve demokratlarına kavratmak da bizim boynumuzun borcu olsun. “Kıbrıs’ta Ulusal Sorun” hakkındaki görüşlerinizin eleştirilebilmesi için on yıla ihtiyaç olduğu yolundaki iddianızı ise çok gülünç buldum. Siz herhalde kendinizi dev aynasında görüyorsunuz. Siz “Marksist bir eser” verebildiğinize göre, Marks ve Lenin’in görüşlerini sistemli bir bütün olarak kavrayabildiğinizi varsayıyorsunuz ve Kıbrıs’ta sizi eleştirecek hiçbir babayiğidin bulunmayacağını düşünüyorsunuz. Öyle ya, kitap okumak yalnızca size verilmiş bir meziyet! Moskova’daki öğrencileriniz bu sözlerinizi okusa ne der acaba, çok merak ediyorum.

Ne yazık ki Kıbrıs’ta ulusal sorunu kitleler önünde açıkça tartışma olanağını geçici bir süre için yitirmiş durumdayız. Fakat er geç kitleler önünde karşı karşıya tartışacağımız günler gelecek; belki de tahminimden erken… Ve eğer siz o güne kadar Moskova’daki öğrencilerinizin yanına dönmezseniz, kimin Marksizm-Leninizmi anlayıp anlamadığı iyice belli olacak. Görüşlerinizin gerçek niteliğini halk önünde teşhir etme fırsatını yitirdiğim için üzgünüm. Fakat boynumun borcu olarak nitelediğiniz görevleri kesinlikle yerine getireceğim. Görüşlerinizin eleştirisini tamamladıkça bölüm bölüm size göndereceğim. Gazetede yayınlanması için değil; yalnızca bilgi edinmeniz ve kanıtlanamayacak iddialar ortaya atmanın bizim karakterimiz olmadığını göstermek için.

Selamlar,

"A. Doğruyol"

 

*

 

Doğan Harman’a Açık Mektup

Sayın Harman,

Sizinle bundan birkaç yıl önce “Bu Akşam Kıbrıs” gazetesi sayfalarında yapmış olduğumuz tartışmalardan tanışıyoruz. Beni hatırlayacağınızı umarım. O gün bugündür, gazete sayfalarındaki makalelerinizin, yayınlamış olduğunuz broşür ve kitapların değişmez takipçilerinden biriyim. Bir felsefe doktoru olarak Marksizm-Leninizme yapmakta olduğunuz katkıları, Marksizm-Leninizmi yaratıcı bir şekilde Kıbrıs somutuna uygulayışınızı takdirle izlemekteyim! Size yeniden yazmamın nedeni, siyasi veya ideolojik bir konuda tartışma başlatmak değildir. Çünkü sizinle tartışabilecek seviyeye ulaşabilmek için, öğütlerinize uyarak on yıl geceli gündüzlü okuyacağım! Ancak sevgili üstadım, 13 Haziran 1987 tarihli Birlik gazetesinde “Ortamdan Eksantrik Ses” başlıklı yazınızın zihnimde yarattığı bir konuda beni aydınlatmanız için yazıyorum.

Birkaç yıl önce “A. Doğruyol” olarak Akşam gazetesinde size yazdığım mektubu cevaplarken, kapalı imzayla yazmanın ahlaksızlık olduğunu söylemiştiniz. Ben “önemli olan düşünceleri kimlerin dillendirdiğinden çok düşüncelerin içeriğidir” demiştim. Sizse kişiliğini saklama gereksinimi duyan biriyle gazetenizde, size ayrılan sütunlarda tartışmayı reddettiniz. Şimdiyse Ortam gazetesini, kimliğini gizleyen birinin yazısını yayınlamadı diye eleştiriyorsunuz. Bu nasıl mantıktır Sayın Harman?

Bu tutumunuzdan çıkan sonuç şudur: Doğan Harman ve benzerleri için önemli olan, ne “açık tartışma” ne de düşüncenin içeriğidir. Önemli olan işine gelen neyse onu yapmaktır. Herhalde “devrimci ahlak” bunu gerektiriyor…

En derin saygılarımla,

"A. Doğrusöz"

 

*

 

Lefkoşa’nın Bitmeyen Trafik Çilesi

17 Nisan 1995

Lefkoşa trafiği, özellikle mesai saatleri başlangıcında ve bitiminde gerçek bir işkenceye dönüşüyor. Yetkililer bu işkenceyi hafifletmek için hiçbir akıllıca önlem almıyor. Alınan önlemlerse yardımcı olmak şöyle dursun keşmekeşi daha da artırıyor. Yönetici ve yetkililerimizin trafik sorununa getirilebilecek basit tedbirleri bile alamamaktaki beceriksizlikleri karşısında hayretler içindeyim. Ama onlar ne yazık ki istifa edecek kadar bile utanmıyorlar.

Örnekleyelim:

Tam olarak hatırlamıyorum ama 4-5 yıl önce Göçmenköy istikametinden Bixi-Cola önündeki trafik ışıklarına doğru akan trafik, sabahları saat 7.30-8.30 sıralarında Kızılbaş Köprüsü üzerine kaydırıldı. Gel gelelim Kızılbaş Köprüsü yalnızca bir araç sığabilecek genişlikte olduğu için bu köprüden geçmek gerçek bir işkenceye dönüşüyor. Bu yolu kullanmak istemeyen sürücüler ara yollardan Ortaköy’e çıkarak Girne-Lefkoşa ana yolundan merkeze girmeye çalıştıklarından buradaki izdiham iyice artıyor. Aradan geçen 4-5 yıla rağmen Kızılbaş Köprüsü bir türlü genişletilemedi. Bu devlet 5 yılda 10 metrelik bir köprüyü genişletmekten bile aciz mi?

Bixi-Cola önüne trafik ışıkları yerine çember koyulsa, trafik akışı Kaymaklı Anıtı’ndaki gibi polis memuruna da gerek kalmadan daha rahat ve daha hızlı olmayacak mı? Diğer istikametler boş olmasına rağmen sırf kırmızı ışık yandığı için, trafiğin yoğun olduğu istikamet duruyor ve araçlar birikiyor. Halbuki çember trafik akışını otomatik olarak düzenler ve sağdan gelen öncelikli olmak kaydıyla yolu boş bulan geçer.

Trafik önlemleri sözde trafiği rahatlatmak için alınır. Bizimkilerin aldığı her önlemse trafiğin tıkanmasını sağlamaktan başka işe yaramıyor. Girne içindeki eski trafik ışıkları olumlu bir kararla kaldırılırken (son yıllarda trafikteki tek olumlu icraat), Girne girişinde anayolun çevre yoluyla birleştiği dörtyola trafik ışıkları koyuldu. Lefkoşa’da Atatürk Kapalı Spor Salonu önündeki dörtyola da trafik ışıkları kondu. Bu ışıklar sözünü ettiğim kavşaklarda trafiği düzene sokmadığı gibi, buralarda ışık olmadığı zamanlarda birikmeyen araçlar şimdi uzun kuyruklar oluşturuyor. Üstelik Atatürk Kapalı Spor Salonu önündeki kavşak, nizami olmayan bir tarzda hem trafik ışığı hem de çemberden oluştuğu için sürücüleri çoğu kez yanıltıyor ve kazalara neden oluyor. Bu ışıklardaki uzun bekleme süreleri çoğu kez sürücüleri öfkelendiriyor. En arkada beklemesi gereken sürücüler sık sık diğerlerinin hakkına saygısızlık ederek yasa kural tanımadan en öne geçiyor; sıkça kırmızı ışıkta geçiliyor. Bu kavşaklarda olması gereken doğru uygulama çemberdir. Aksi halde buralarda trafik polisinin sürücüleri sürekli denetlemesi, kuralları çiğneyerek kurallara saygılı sürücüleri de provoke edip kural dışına iten sürücüleri denetlemesi gerekir.

Son olarak, ABD’de bile en kaliteli dört şeritli uzun mesafeli (birkaç bin kilometrelik) şehirlerarası yollarda azami sürat 100 km (60 mil) veya 110 km’dir (66 mil). Bizim KKTC’nin yolları ABD’den daha mı kalitelidir ki şehirlerarası yollarda hiç sürat tahdidi yoktur? Ölümle sonuçlanan kazaların en büyük nedeni, 140-160-180 km hızla seyreden, 100 km hızla meskun bölgelere giren araçlardır. KKTC’de şehirlerarası yollarda azami sürat en fazla 55 mil olmalıdır.

Sayın yetkililerin dikkatine getirmek isterim ki, burada söz edilen beceriksizlikler, uluslararası ambargolardan, engellemelerden, Rumların sabote etmesinden kaynaklanmıyor. Bu sorunların çözümü hem kolay hem de olanaklıdır. Gerekli olan tek şey sağduyudur.

 

 *

 

Lefkoşa için İki Basit Tedbir

Lefkoşa Surlariçi’nin korunması ve şehir içi trafiğinin yumuşatılması için alınabilecek bazı tedbirler var ki, bunlar için bir kuruş bile para harcamak gerekmiyor.

Bunlardan birincisi, cenazelerin Selimiye Camisi’nden alınmasına son vermektir. Her cenaze töreni (ki hemen her gün, hatta bazı günler öğleden sonra da oluyor) Lefkoşa trafiğini olağanüstü engelliyor. Cenaze törenlerini Göçmenköy Camisi’ne almak bana çok daha akıllıca görünüyor. Göçmenköy Camisi’nin Lefkoşa Mezarlığı’na yakınlığı da dikkate alındığında, cenazelerin trafiğe neredeyse hiç girmeden mezarlığa ulaşacağı ve böylelikle cenaze törenlerinin yarattığı trafik keşmekeşinin önüne geçileceği açıktır.

İkincisiyse, resmigeçit törenlerinin şu an olduğu gibi Cemal Gürsel Caddesi’nde değil de Atatürk Stadyumu’nda yapılmasıdır. Her ulusal günde yapılan resmigeçit törenleri, tören öncesinde yapılan bir veya iki provayla birlikte Lefkoşa’da hayatı felce uğratıyor. Artık buna bir son verilmeli, törenler stadyuma alınmalıdır. Bu konuda geçenlerde bir başkası da aynı öneriyi basında paylaşmıştı. (Ne yazık ki kim olduğunu anımsamıyorum.) Bu öneriyi destekliyorum.

Kuşkusuz Lefkoşa için önermiş olduğum bu tedbirlere benzer tedbirler, başta Mağusa olmak üzere diğer kentlerimizde de alınmalıdır. Artık bu konularda daha cesur ve daha çağdaş düşünmenin zamanı gelmiştir.

Herkesin cenazesine saygımız sonsuzdur, herkesin milli duygu ve düşüncelerine de saygılıyız, ama cenaze törenleri ya da ulusal törenler için bütün bir kent halkını huzursuz etmeye ve özellikle korunması gereken tarihi kentlerimizi araç ve insan kalabalıklarıyla yıpratmaya kimsenin hakkı yoktur. 

 

*

 

Şehirlerarası Sivil Karayollarımızdaki Askeri Engeller Kaldırılmalıdır

Kuzey Kıbrıs’ın birçok bölgesinde, ana karayolları hala daha ordu barikatlarıyla donatılmıştır.

Ben 26 Ağustos 1974’te Güney’den Kuzey’e geçerken Rum tarafında da böylesi askeri barikatlar ve yol işaretleri çoktu. 1989 yılından sonra birkaç kez gittiğim Güney Kıbrıs’ın hiçbir yerinde bu engeller kalmadığı gibi, etrafta askeri birliklerin varlığını fark etmek de güçtür. Bizdeyse, aradan geçen 20 yıla rağmen bu engeller kaldırılmadığı gibi artırılmıştır.

Çok kısa mesafelerle dizilen ve araçların zikzak yaparak yavaşlayıp geçmesini sağlayan bu maniler, özellikle geceleyin tam bir tehlike arz etmektedir. Çünkü hiçbiri uluslararası standartta trafik ikaz işaretleriyle donatılmamıştır. Bazı bölgelerde geceleyin yol kenarlarına alınan bu maniler, yavaş bile gitse kenardan giden ya da karşıdan araç geldiği zaman kenara yaklaşmak zorunda kalan araçlar için tam bir tehdit oluşturmaktadır.

Ordu yetkilileri bu manileri ne amaçla yerleştirmiştir? Eğer amaç araçları yavaşlatıp askeri bölgelerde asker ailelerine karşı kazaları önlemekse, bu uygulamayı tüm sivil yerleşim bölgelerinde de yapalım. Çünkü asker aileleri gibi sivil aileler de insandır! Fakat açık olan şu ki, bu maniler kazaları önlemeye yaramıyor, tersine kazalara davetiye çıkarıyor. Sivil araçlara açık tüm karayolları sivil trafiğin denetimine verilmeli, bu yapılmazsa da sivil trafiğe kapatılmalıdır.

Bir de Çamlıbel’den Kormacit’e giderken yol kavşağında nöbet bekleyen erin sivil araçlardan kimlik alması uygulaması kaldırılmalı, bu güzergah da sivil karayolu güzergahı olarak düzenlenmelidir.

 


1  “Kemal Ali”, “Okurların Görüşleri” köşesi, Ortam Gazetesi, Sayı: 266, 19 Aralık 1984.

2  “Bu Akşam Kıbrıs” gazetesinde yayınlanmak üzere hazırlanmış mektuptur.

Yorumlar

Popüler Yayınlar