Neo-Marksizm ne kadar "yeni"dir?... - Dr. Cemal Mert ve Neo-Marksizm (Şubat 2021)

Ülkemizde Marksist-Leninist kisvesi altında birçok küçük burjuva siyasi parti, hareket, örgüt ve birey bulunmaktadır. Marksizm-Leninizm ve işçi sınıfı adına konuştuğunu iddia eden bu siyasal oluşumların yanlış siyasi çizgilerini teşhir edip foyalarını meydana çıkarmadan, Marksizm-Leninizmin başarı sağlaması mümkün değildir. Bu nedenle bu tür siyasi hareket, birey ve örgütlerin siyasi-ideolojik olarak teşhir edilmesi önümüzde duran ve emperyalist kapitalizm yenilene kadar, hatta yenildikten sonra bile sık sık karşılaşacağımız bir sorundur.

Bu yazıda, ülkemiz sol hareketi içinde kendini ‘sol’, ‘yeni sol’ ‘liberal sol’ ve hatta ‘marksist’ ya da ‘devrimci’ olarak tanımlayan, CTP ile yakın bağlantısı olan ve görüşleri genel olarak günümüz CTP yönetici kliğinin fikirleriyle örtüşen bir düşünür olan Dr. Cemal Mert'in görüşlerini inceleyeceğim.

Kendisini CTP içinde yetişen solcu bir aktivist olarak tanımlayan Cemal Mert, siyasi ideolojik düşüncelerini içeren 3 kitap yayınlamıştır. Kitaplarında muhtelif düşünürler yanında Marksizmin bazı klasiklerinden de alıntılar yapmak suretiyle, “Kıbrıs'ta barış ve yeni toplum inşası” na yönelik düşüncelerini, klasik marksist ve neo-marksist düşünce ve "eleştirel akıl" temelinde kaleme aldığını ifade etmektedir.

Bu düşüncelerin ne kadar "klasik marksist" ve "neo-marksist" olduğunu inceleme ihtiyacı duydum. Bu yazıda Cemal Mert’in üç kitabından ikincisini, “Müşterisi Olmayan Dükkan ya da Yöneten Sol” adlı kitabını temel alacağım. Bu ikinci kitabında teorik düşüncelerinin daha derli toplu ve daha kolay anlaşılır olduğu kanaatinde olduğum için değerlendirmelerimi bu kitabı esas alarak yapacağım. Zaten yazarın kendisi de bu üç kitap için “birbirinin içinde, birbirini tamamlayan, birbirine ileri - geri olarak referans veren düşüncelerimden oluşmaktadır” demektedir. (Solcu Efendi, Barış ve Yeni Toplum İnşası, önsöz, s.11, Mart 2019)

Yazar, ilk kitabı olan ve 2010 yılında yayımlanan "Dokuz Köyden Kovulanlar için Onuncu Köy - Kıbrıs Solu için Farklı Düşünceler" isimli kitabında, “Kuzey Kıbrıs'ta 1974 sonrasında oluşturulan akıl dışı statükonun, 2000’li yıllarla birlikte artık sürdürülemez olduğu gerçeğinin geniş toplum kesimleri tarafından anlaşılması”na dikkat çekiyor. Yazar, “Annan Planı'nın sunulması ile birlikte hareketlenen Kıbrıslı Türkler, statükonun bertaraf edilmesi için CTP-BG’yi hükümete ve cumhurbaşkanlığına taşımıştı. CTP-BG öncülüğünde Kıbrıslı Türkler, Annan Planı’na evet diyerek, yüzyıllık makus talihlerini tersine çevirme şansını yakaladılar” dedikten sonra, Kıbrıslı Rumların referandumda hayır demesi ile ortaya çıkan şansın değerlendirilemediğini ve Kıbrıs'ta çözüm ve barışın ötelenmiş olduğunu belirtiyor.

Yazara göre, “2000 yılı başından itibaren başlayan Kıbrıslı Türklerin büyük toplumsal kalkışması” 2010 yılında Talat’ın seçimi kaybetmesiyle sona ermiş. CTP, 1993 ve 2003’te hükümete gelmeyi başarmış ama hükümette kalmayı başaramamış! Kıbrıstaki solun güncel ana misyonu hükümette uzun süre kalıp statükoyu bertaraf etmekmiş! (Yazarın buraya kadar Annan Planı referandumu ve Talat'ın seçim kazanmasına ilişkin bu değerlendirmeleriyle hemfikir değilim. Ama bu yazıda ele almak istediğim konular bunlar olmadığı için bu konulara girmiyorum.)

Cemal Mert buradan yola çıkarak da şunu soruyor:

“Sol neye karar verecek?

Sol bu memlekette, tarihsel misyonunun güncel programı olan çözüm, barış, demokrasi, Avrupa Birliği'ne üye olma, sivilleşme ve Kıbrıslı Türklerin 'kendi evlerinin efendisi olma/kendi kendini yönetme' mücadelesini taçlandırmak üzere hükümet olup olmamaya; uzun süre hükümette kalma başarısını gösterip statükoyu bertaraf edip etmemeye… Solun Kıbrıs'taki güncel ana misyonu budur…"(Müşterisi Olmayan Dükkan ya da Yöneten Sol, Cemal Mert, sayfa 14, Nisan 2013)

Yazar bu paragrafın altına 2 ve 3 numaralı iki de dipnot koymuş.

2 numaralı dipnot Komünist Manifesto'dan ve güncel program konusuna açıklık getirmeyi amaçlıyor:

“Komünistler, işçi sınıfının acil hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşırlar; ama şimdiki hareket içerisinde, bu hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler.”(Komünist Manifesto, K. Marx - F. Engels, Sol Yayınları, Sekizinci Baskı, Ankara, 2009. S.156’dan aktaran Cemal Mert)

Çarpıcı bir ‘marksist’ analiz! Cemal Mert’e göre ‘sol’un Kuzey Kıbrıs'ta hükümete gelerek statükoyu yıkması acil hedef! İşçi sınıfının değil, ‘sol’un acil hedefi! Alıntı Marx'tan ama Cemal Mert işçi sınıfının değil, solun acil hedefinden bahsediyor. Biz konunun daha anlaşılır olması için şimdilik ikisini aynı şey diye kabul edelim!! Bu acil hedef, içinde geleceği de barındırıyor. Nedir bu gelecek?

(Bu paragraftaki ikinci dipnot, yani üç numaralı dipnot da statükoyu bertaraf etmekle ilgili. Yazarımız bu dip notunda Alex Callinikos’a atfen “...başta Lenin olmak üzere, Rus, Çin ve Küba Devrimleri ve sosyalizm tarihinden alacağımız çok dersler vardır” diyor. Keşke somut bir kaç da örnek verse, en azından bir iki örnek vakadan bahsetmiş olsaydı! Doğrusu ben, sosyalizm tarihinden, Callinikos’tan, KKTC’deki statükonun yıkılabilmesi ile paralellik kurulabilecek ne gibi örnekler anlattığını anlayabilmiş değilim.)

(Alex Callinicos’un da bir Troçkist olduğunu, Britanya’daki Troçkist, Socialist Workers Party (Sosyalist İşçi Partisi)'nin önde gelen teorisyenlerinden biri olduğunu da not edelim).
 

Marx "gelecek" derken devrimden ve son tahlilde komünist toplumdan bahsediyor. Cemal Mert için gelecek ne olabilir?... Önce Cemal Mert’in gelecekten ne anladığına bakalım:

Mert’e göre “Evrensel solun misyonu, dünyanın ve insanlığın iyiye, güzele, mutluluğa, eşitliğe, özgürlüğe, barışa, demokrasiye ve refaha ulaşması yönünde mücadele etmektir. Bu yolda değişimi, dönüşümü ve ilerlemeyi savunmaktır. Bu misyonun sonu yoktur, ucu açıktır. Günün koşullarına göre sol düşünce, misyonunun güncel programını ve hedeflerini hem yerel ve hem de evrensel düzeyde yenilemek zorunluluğundadır. Çünkü maddi hayat da düşünsel dünyamız da devamlı değişim halindedir.” (age., s:26)

Nedense yazarımız "evrensel solun misyonu komünist toplumdur" dememiş! Dünyanın ve insanlığın iyiye, güzele, mutluluğa, eşitliğe, özgürlüğe, barışa, demokrasiye ve refaha ulaşmasını komünist topluma ulaşmak olarak kabul edelim...

Uluslararası işçi sınıfı yerine de ‘evrensel sol’ demiş. Buna da kabul! Bize göre uluslararası işçi sınıfının nihai hedefi komünist toplumu elde etmektir. Bu anlamda bu paragrafı içerik olarak doğru kabul edelim!

Kuşkusuz Marksizm-Leninizm bir bilimdir. Dogma değildir. Değişen zaman, mekan ve koşulları dikkate almak zorundadır. Hedefe giden yolda yöntem ve taktiklerimiz değişen koşullara uygun olarak değişebilir. Gün gele değişen koşullar hedefin değişmesini de gerekli kılabilir. Ama günümüz dünyasında evrensel hedef değişimi için henüz erken değil mi?... Dünyanın ve insanlığın iyiye, güzele, mutluluğa, eşitliğe,özgürlüğe, barışa, demokrasiye ve refaha ulaşması hedefimize, yani bana göre komünist topluma henüz ulaşmadık! O halde neden hedef değiştirmek istiyor yazarımız? Hedef değiştirmenin gereklerine bir göz atalım... Hedef değiştirmemizi gerektiren değişen koşulların neler olduğunu Cemal arkadaşımızdan dinleyelim:

“1970’lerden itibaren Çin'in küresel piyasalara entegre olması ve 1989’da Sovyetlerin dağılmasından sonra “tek ülkede sosyalizm” (ulusal sosyalizm) inşasının imkânsızlığı herkesçe anlaşılmıştır." (Hala anlamayan kalın kafalılar var, benim gibi!) "Gelişmiş kapitalist ülkelerin 1. ve 2. Dünya Savaşları sonrasında yaşadıkları deneyimler de göstermiştir ki, “tek ülkede kapitalizm” (ulusal kapitalizm) çağı da bitmiştir." (Müthiş bir keşif!) (age., s:27)

Bu paragrafın da altında iki dipnot var. 14 ve 15 numaralı dipnotlar. 14 numaralı dipnotta “tek ülkede sosyalizmin inşası” kavramının Marksizmin klasiklerinde, yani yazara göre Marx, Engels ve Lenin'de olmadığı iddia edilmektedir.

Önce biraz konu dışına çıkarak, tek ülkede sosyalizm düşüncesinin Marksist klasiklerde olup olmadığına bir bakalım. Troçkistler “tek ülkede sosyalizmin mümkün oldugu” tezini Stalin'e mal etmeye çalışır, ve tek ülkede sosyalizmin mümkün olmadığını ıspatlamak için uğraşır dururlar. Halbuki kendisini Lenin’in sadık bir öğrencisi olarak kabul eden Stalin bu tezi net bir şekilde Lenin'den almıştır. Lenin birçok yazısında bu tezini açıklıkla ortaya koymuştur. İlgilenenlere bir örnek verip burayı geçiyorum:

“Dünya (ama Avrupa değil) Birleşik Devletleri, komünizmin tam zaferi demokratik devlet de dahil bütün devletlerin kesin olarak ortadan kalkmasına yol açmadıkça, sosyalizmle ilişkilendirdiğimiz ulusların birliğinin ve özgürlüğünün devlet biçimidir. Kendi başına bir şiar olarak ‘Dünya Birleşik Devletleri’ şiarı ise pek doğru değildir, çünkü birincisi, sosyalizme tekabül eder; ikinci olarak, bu şiar, tek ülkede sosyalizmin zaferinin imkânsızlığı yönünde ve böyle bir ülkenin diğer ülkelerle ilişkileri hususunda yanlış düşünceler yaratabilir.

“Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan sosyalizmin zaferinin başlangıçta az sayıda ya da hatta tek bir ülkede mümkün olduğu sonucu çıkar.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 5, Inter Yayınları, s.151)

Görüldüğü gibi Lenin’in yaklaşımı çok açık ve net... Ama Troçki ve Troçkistler "tek bir ülkede sosyalizmin zaferi imkansızdır" tezlerini ispat edebilmek için Alman ve Japon faşizmine ajanlık yapmakla kalmadılar, SSCB’ye karşı sabotajlara girişecek kadar alçaldılar.

15 numaralı dipnotta da, 1.ve 2. Dünya Savaşları sonrasında yaşanan deneylerin “tek ülkede kapitalizm” çağının bittiğini gösterdiği fikrinin Meghnad Desai adlı bir düşünürden alındığı ifade edilmektedir.

(Meghnad Desai de Britanya emperyalist burjuvazisinin iki önemli siyasal temsilcisinden Labour Party (Emek Partisi)’nin bir dönem başkanlığını da yapmış, emperyalist burjuvazinin temsilciliğini yapan bir düşünür. “Sosyalistler Marx’ı doğru dürüst incelemiş olsalar kapitalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğunu bileceklerdi” diyen bir marksizm düşmanı. Bu yaklaşıma karşı yazarımızın sık sık alıntı yapmayı sevdiği Komünist Manifesto'dan, yani Marx ve Engels'ten bir cevap olarak şunları aktaralım:

“Burjuvazinin feodalizmi yerle bir ettiği silahlar, şimdi burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiştir.

Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış, bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir: modern işçi sınıfını, proleterleri. (K.Marx, F.Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Temmuz 2002, s:123)

Belli ki kitaplarında sık sık Komünist Manifesto'ya başvuran ve Marks, Engels ve Lenin’i Marksizm-Leninizmin klasikleri olarak kabul eden yazarımız, kapitalizmi anlamak için Marksizm Leninizmin klasiklerine başvurmamış! İlginç değil mi?

Her şeyden önce Marksist-Leninist literatürde “tek ülkede kapitalizm” diye bir ifade olmamıştır. Kapitalist düzenin serbest rekabetçi gelişme döneminde, yani kapitalizmin ilerici olduğu yıllarda "ulus devletlerin" varlığı söz konusuydu. 19. yüzyılın sonlarından itibaren kapitalist sistem en yüksek aşaması olan emperyalizm aşamasına ulaştı. Bu dönemin belirleyici özelliği çok uluslu tekellerdir. Çok ulusluluk 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkmış bir olgu değildir. Başka bir deyişle, “tek ülkede kapitalizm” (her ne demekse-saçma bir ifade!) 2. Dünya Savaşı'ndan çok önce, hatta Birinci Dünya Savaşı'ndan da önce çok uluslu kapitalizme dönüşmüştür. Daha 1800’lü yılların sonunda, daha doğru bir ifadeyle 19. yüzyılın son yirmi yılından itibaren çok uluslu tekeller ortaya çıkmaya başlamıştır. Ama yaygın olarak kapitalist ekonomiye hakim olmaları 20. yüzyılın ilk on yılı içinde gerçekleşmiştir. Bu bilgileri Lenin’in “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı kitabında bulabileceğiniz gibi, 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başlarında yazan ve Lenin’in de yararlandığı Hobson, Hilferding gibi önemli burjuva ekonomistlerden de okuyabilirsiniz.

Görüldüğü gibi Cemal Mert, okudukça foyası meydana çıkan bir yazar! Marksizmin klasiklerinden birkaç alıntı yaparak bizi Marksizm-Leninizmden nasıl uzaklaştırmaya ve nerelere götürmeye çalıştığını görmemiz zor değil!

Önce sosyalist sistemin çökertilmesi olayına kısaca değinelim...

1953 yılında Stalin’in ölümünden sonra dünya komünist hareketinde büyük bir siyasal ve ideolojik karmaşa yaşandı ve bu hala devam etmektedir. Önce Kruşçev-Brejnev döneklerinin sözde reformlarıyla Sovyetler Birliği'nde sosyalist inşa çalışmaları sabote edilerek geriye dönüş süreci başlatılmıştı. Karşı devrimci modern revizyonist TİTO çizgisine iade-i itibar yapılırken, öte yandan bu çizgiden özünde farklı duruşları olmayan Mao Tse Tung ve Enver Hoca'nın Kruşçev-Brejnev revizyonizmine karşı mücadele etme görüntüsü altında, ama çok benzer revizyonist pozisyonlardan Sovyetler Birliği'nin altını oyması, hem SSCB’de geriye dönüş sürecini hızlandırmış hem de uluslararası komünist hareketi büyük bir kaosa ve parçalanmaya sürüklemiştir. Bu sürecin sonunda sosyalizmin ana yurdu SSCB çökertilmiş ve dağılmış oldu. Cemal Mert Sovyetler Birliği'nin dağılmasını SSCB'de "demokrasi ve özgürlük" olmayışına bağlamaktadır. Bu bakış açısının yanlışlığı hem SSCB anayasası incelenerek, hem SSCB döneminde yaşanan bir çok olguyu inceleyerek, hem de dönemi yaşayanların tanıklıklarından kolaylıkla belgelenebilir. Ancak bu yazının konusu "SSCB’nin nasıl çökertildiği" olmadığı için, kısaca Cemal Mert’in bu süreci Troçkist cepheden okumakta olduğunu belirtmekle yetineceğim!

Şimdi Mert’in hedef değiştirme gerekçelerine dönebiliriz... Mert’e göre;

“1970’lerden sonra dünya kapitalist sistemi çok değişmiştir. Üretim tarzındaki başat/hegemonik eğilim meta üretiminden maddi olmayan üretime kaymıştır”. (age., s:145)

Bu önemli bir iddiadır. Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, kapitalist sistemin temeli halen meta üretimidir. Mert burada "üretim tarzındaki başat eğilim meta üretiminden maddi olmayan üretime kaymıştır" derken "maddi olmayan" üretimden ne anladığını açıklamalıydı. Kitaplarında böyle bir açıklamaya rastlayamadım. Bu tespit doğru bir tespit değildir. Bu tespitin bizi götüreceği nokta emperyalist kapitalizmin nitelik değiştirdiği noktasıdır ki, bu çok önemli bir iddiadır!

Halbuki dünya kapitalizmi hala daha evrilmiş olduğu en yüksek aşamasında, “emperyalizm” aşamasındadır. Bu tespitin yapılması önemlidir; çünkü meta üretimi kapitalist üretim tarzının özünü oluşturmasına rağmen, kapitalist sistemin emperyalist aşamaya evrilmesiyle birlikte önemsizleştirilmesi sözkonusudur. Bakın bu konuda Lenin, Emperyalizm adlı eserinde neler söylüyor: “Kapitalizmin gelişmesi öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki, meta üretimi hala geçerli olmasına ve ekonomik yaşamın temelini oluşturmasına rağmen önemsizleştirilmekte ve karların büyük kısmı mali manipülasyon dehalarına gitmektedir. Bu manipülasyon ve sahtekarlıkların temelinde üretimin sosyalleşmesi vardır; ama bu sosyalleşmeyi başaran insanlığın muhteşem gelişimi spekülatörlere yaramaktadır. (Lenin, Toplu Eserler, Cilt 22, İngilizce baskı, s.:206-207, Lawrence and Wishart 1977, benim tercümem)

Lenin’e göre emperyalizm sosyalist devrimin arefesidir. Ama Mert’in emperyalizm kelimesini kullanmaktan kaçınması tesadüf değil, bilinçli bir seçimdir. Mert bize, Kruşçev, Brejnev gibi modern revizyonist döneklerin yönetimindeki SSCB’de yaşananlara bakarak diktatörlük ve baskı rejimleri altında sosyalizm kurulamaz demeye getiriyor. Stalin döneminde ulaşılan en geniş halk demokrasisine ve doğrudan demokrasiye doğru evrilen demokratik yaşamı incelemek zahmetine katlanmıyor. Proletarya devletinin, onu tarihin gördüğü diğer tüm devlet biçimlerinden ayıran çok önemli bir özelliği olduğunu unutuyor. Paris Komünü ve Ekim Devrimi'ne kadar tanık olduğumuz tüm devletler, küçük bir azınlığın büyük çoğunluk üzerindeki baskı mekanizmaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Proleter devlet ise büyük çoğunluğun küçük bir azınlık üzerindeki baskı mekanizmasıdır. Bu özelliğiyle sosyalist devlet diğer devlet türleriyle aynı nitelikte değildir. Toplumsal sınıfları ortadan kaldırmaya yönelen ve nihayet kendi kendini de söndürerek devletin tamamen yok olmasının koşullarını hazırlayan bir devlet türüdür... Fakat Cemal Mert bize birtakım burjuva entelektüellerin sözümona ‘neo-marksist’ teorilerini satmaya çalıştığı için, Leninist emperyalizm teorisinden söz etmek, emperyalizm olgusunun halen dünyamızda hem de en vahşi şekliyle geçerli olduğunu unutturmak istiyor. Belki bilerek, belki farkında olmadan. Ama hiç fark etmez. Sonuç olarak Cemal Mert’in neo-marksist teorilerinin özü marksizmin inkarından başka bir şey değildir. Üstelik bu teoriler "yeni" de değildir. Devam edelim:

"Çoğulcu mülkiyet kavramı; yerli ve yabancı büyük sermaye mülkiyetindeki işletmeleri, üretici ve tüketici kooperatiflerini, çalışanların ya da kamunun mülkiyetinde olan özyönetim işletmelerini, devlet mülkiyetindeki özerk işletmeleri, küçük esnaf ve zanaatkarların bireysel mülkiyetindeki küçük işletmeleri, kamu ya da özel vakıf mülkiyetli işletmeleri piyasa koşullarında bir arada tutup yaşatabilen, dengeli ve rekabetçi bir sistemi anlatmaktadır.

Bu sistemin halk yararına çalışmasını, zamanla üretim araçlarının özel mülkiyetinin sönümlenmesini ve sosyalist evrimi sağlayacak olan esas mekanizma ise ekonomik demokrasidir. Çoğulcu mülkiyet bugünü, ekonomik demokrasi ise hem bugünü hem de yarını halk yararına dönüştürecek sistemdir." (C. Mert, age., s:125)

(Bu paragrafa da 105 numaralı bir dipnot konmuş. Bu dipnotta yazarımız, ortaya konan vizyon için, Tufan Erhürman’ın “KKTC’deki Bir Sol Partinin Ekonomik Vizyonu Nasıl Olmalı” isimli makalesinin ufuk açıcı bir makale olarak okunmasını tavsiye ediyor.)

"Bu ekonomik demokrasi denen olgu da neymiş" diye soracak olursanız, onu da açıklıyor değerli yazarımız: “Ekonomik demokrasi, en başta çalışan halk kesimleri olmak üzere tüm ekonomik aktörlerin, üretici güçlerin, eşit ve özgür olarak, üretime ve üretim süreçlerinin planlanmasına aktif katılımını sağlamaktadır. Ayrıca üretimin sonuçlarının, yaratılan zenginliğin nasıl kullanılacağına dair kararların alınmasına da aktif katılımı öngörmektedir.” (age., s:125/126)

“Toplumcu ekonomi yanlısı olanların çoğulcu mülkiyet anlayışları nedeniyle günümüzde daha çok önem verdikleri konu, üretim araçlarının mülkiyetinden ziyade verimlilik ve ekonomik demokrasidir. Bu nedenle özelleştirme dahil tüm ekonomik konulara pragmatik yaklaşmayı önermektedirler.” (age. s:128)

Burada Mert bize, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin doğrudan doğruya kamu mülkiyetine dönüştürülmesi yerine birtakım burjuva emperyalist düşünürlerden aldığı ‘çoğulcu mülkiyet’e dönüştürüleceğini anlatıyor. Yani kapitalizmin temelini oluşturan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmayacağını ilan ediyor. Kamu mülkiyetinin yerine çoğulcu mülkiyeti geçiren Mert, proletarya diktatörlüğünün yerine de ‘ekonomik demokrasi’ yi geçiriyor. N’aparsınız, arkadaşlar demokrat ya! Diktatörlüğün her türlüsünden tiksiniyorlar! Ne demek proletarya diktatörlüğü!? N’ayır! N’olamaz! Bize demokrasi lazım! Nasıl bir demokrasi? Ekonomik demokrasi! Kar için uğraşan özel şirketlerle çoğulcu şirketler (kooperatifler, vakıf kuruluşları vs.) “dengeli” bir şekilde, kardeşçe birbirleriyle rekabet edecekmiş, ve bu düzen içinde zamanla ve demokratik yoldan sosyalizme evrilecekmişiz! Üstelik bu o kadar demokratik bir serbest rekabet düzeni olacakmış ki, yaratılan zenginliğin nasıl kullanılacağına da tüm ekonomik aktörler, üretici güçler, eşit ve özgür olarak katılacakmış. Değerli Cemal kardeş, hani su klasik dediğin Lenin’in Emperyalizm kitabını birazcık okumuş olsan yine bunları söyler miydin?... Burjuva şirketlerde ortaklar kardan paylarını eşit ve özgür olarak almaz; şirketteki hisse oranlarına göre pay alırlar. Hatta emperyalist devletler arasında yeryüzünün ve doğal kaynakların paylaşımı, ya da sömürgeler üzerindeki imtiyazları bile sadece ve sadece güçleri oranında düzenlenir. Allah aşkına bize “eşit ve özgür” katılımdan bahsederek akıl sağlığımızla oynama! Sonra senin akıl sağlığından şüphe ederiz.

Cemal Mert en sonunda bakın konuyu hangi noktaya taşıdı. "Özelleştirmeler dahil tüm ekonomik konulara pragmatik yaklaşın"; yani sayın burjuvalarımıza sorun çıkarmayın demeye getiriyor! Neden peki? Çünkü artık toplumcu ekonomi yanlısı olanlar (yani sosyalizm yanlıları demek istiyor ama bu tür terimleri bunlar tehlikeli mecralar olduğu için bilinçli olarak kullanmıyor yazarımız), çoğulcu mülkiyet anlayışı nedeniyle, üretim araçlarının mülkiyetine değil (yani utangaç bir şekilde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasına değil demek istiyor), verimlilik ve ekonomik demokrasiye önem veriyorlarmış!

Burada artık vizyonun ne olduğu ortaya çıkmaya başlıyor. Neo-Marksizm bize devrim değil, evrim yoluyla sosyalizm öneriyor. Daha doğrusu sosyalizm de önermiyor. Onun yerine ‘çoğulcu mülkiyet’ denen bir mülkiyet sistemi öneriyor. Tabii sezarın hakkı sezara! Arkadaşlar belli ki bazı ‘marksist’ prensiplerden de ilham alıyorlar! Örneğin ‘özyönetim’ fikri Tito modern revizyonizminin Yugoslavya’da sosyalist insanın önünü kesmek için uydurduğu kapitalizme dönüş planından başka bir şey değildi.

Marksizm, üretimin çok yüksek düzeyde sosyalleştiği (toplumsallaştığı) emperyalist kapitalizm döneminde, üretim araçlarının özel mülkiyetine de son verilerek üretim araçlarının da toplumsallaşmasını öngörmektedir. Bu sosyal devrimle, sosyalist devrimle gerçekleşecektir. Sosyalist devrim, burjuvazinin kontrol altında tutulması için proletarya diktatörlüğü uygulayacak ve üretim araçlarında özel mülkiyete müsaade etmeyecektir. İşte bu koşullar neo-marksistlerimizin ağırına gidiyor! Ne demek efendim, zorla baskıyla sosyalizm mi kurulurmuş? Ya nasıl kurulacakmış?...

İşte Cemal’in formülü: Çoğulcu mülkiyet (bunu günümüzün reformu olarak kabul edin), çoğulcu mülkiyet + ekonomik demokrasi (bunu da geleceğin gözetilmesi olarak kabul edin)! Yani devrim yoluyla sosyalizm değil! Aman ha... Evrim yoluyla reform!

Kamunun mülkiyetinde olan özyönetim işletmeleri, devlet mülkiyetindeki özerk işletmeler, küçük esnaf ve zanaatkarların bireysel mülkiyetindeki küçük işletmeler, kamu ya da özel vakıf mülkiyetli işletmeleri, piyasa koşullarında bir arada tutup yaşatabilen, dengeli ve rekabetçi bir sistem! Kısacası özel mülkiyetin yaşayacağı, rekabetin devam edeceği bir ortamda, dengeli bir düzen kurulacak. Bunun Türkçeye tercümesi, kapitalizmi yamalayıp, makyaj yapıp boyayarak gelinlik kız gibi bize yutturmaktan başka bir şey değil! Anlayacağınız, ‘neo-marksizm’ denen şey, sınıf uzlaşmacılığını sosyalizmin yerine geçirmekten başka bir şey değil!

Toplumsal mülkiyet olmayacak ama çoğulcu mülkiyet olacak... Bu çoğulcu mülkiyet özel mülkiyetle dengeli bir rekabet ortamı içinde gardaş gardaş, yan yana yaşayacak! Buna Kıbrıs'ta “kandır çocuğu da taksim istesin” derler!

Peki ama bütün iyi niyetimizle bu yaklaşımı kabullenmeye hazır olduğumuzu varsaysak bile, teorik olarak bu mümkün mü?

Her şeyden önce adına "çoğulcu" mülkiyet de dense, kapitalizm koşullarında vakıflar da, kooperatifler de kapitalist işletmelerdir. Kapitalizmde devlet işletmeleri de kapitalist kuruluşlardır ve genellikle iflas etmiş büyük işletmeler ve sanayi kuruluşlarından boşalan alanı doldurmak için kurulan tekellerden oluşurlar. Yani bu tür "çoğulcu mülkiyet", aslında burjuvazinin sınıfsal mülkiyeti olmanın dışında bir anlam ifade etmez. Özel mülkiyet devam edeceği için sömürü de devam eder.

Özyönetim adı altındaki üretim birimleri bugünkü “neo-marksistlerin” bize yutturmaya çalıştığı "çoğulcu mülkiyetin" çoktan hükmünü yitirmiş örnekleridir. Özyönetim modelinden dengeli rekabet ortamında çalışan ve sosyalizme evrilen bir kapitalist toplum görülmemiştir. Çünkü bu teorik olarak da pratikte de mümkün değildir. Ama Tito revizyonizminin idaresinde özyönetim uygulayan Yugoslavya'nın akıbeti malumdur! Sosyalizmden kapitalizme, proletarya diktatörlüğünden burjuva diktatörlüğüne dönüşün ibret verici bir örneğini oluşturur.

Fakat asıl önemli nokta şu ki, 20. yüzyılın başından itibaren serbest rekabet yerini büyük tekellerle mali sermayenin tahakkümüne bırakmıştır. Şimdi 21. yüzyılın ikinci çeyreğine yaklaştığımız bugünlerde, dünyayı ve dünyadaki en önemli enerji kaynaklarını, yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynaklarını ve nihayet yeryüzünün tamamını kendi aralarında paylaşmış olan büyük tekelleri ve tröstleri yok ederek ya da devre dışı bırakarak, dengeli ve uyumlu bir rekabet içinde çalışan ve sosyalizme evrilecek yumuşak bir kapitalist sisteme dönme düşüncesi, kulağa ne kadar sempatik gelse de kesinlikle karşı devrimci, gerici bir düşüncedir. Kaldı ki bu mümkün olsa bile, kapitalist serbest rekabet düzeninin, toplumsal sürecin diyalektik gelişiminde yeniden tekelci aşamaya evrilmesi kaçınılmazdır... Çünkü kapitalizm planlı ekonomiyle değil, kara dayalı üretim hedefiyle çalışır. Yani kapitalizm "survival of the fittest" (güçlü olanın hayatta kalması) mantığıyla, vahşi dünyanın mantığıyla ilerleyen bir sistemdir.

Lenin’in “Emperyalizm, Kapitalizmin Son Aşaması” adlı eserini okumuş olanlar için bu konuda yazdıklarımı belgelemek amacıyla alıntılar yapmama gerek kalmazdı. Ama bu konuda anlattıklarımı Cemal arkadaşın daha iyi anlayabilmesi için, Lenin’in Emperyalizm kitabından birkaç alıntı daha yapmakta fayda görüyorum:

“... eski kapitalizm, serbest rekabetçi kapitalizm, ayrılmaz regülatörü olan borsa ile birlikte oluyor. Yerine, belirgin özellikleri olan geçici bir şey taşıyan, serbest rekabet ve tekel karışımı yeni bir kapitalizm geliyor. Şu soru doğal olarak ortaya çıkıyor: Bu yeni kapitalizm ne yönde “gelişiyor”? Burjuva akademisyenler bu sorunu gündeme getirmeye korkuyorlar.” (Lenin, Toplu Eserler, Cilt 22, İngilizce baskı, s:219, Lawrence and Wishart, 1977, benim tercümem)

“Proletaryanın mali sermayenin, emperyalizmin ekonomik politikasına vereceği yanıt serbest ticaret olamaz, sosyalizm olur. Bugün proleter siyasetin amacı artık gerici bir ideal olan 'serbest rekabet' idealine geri dönmek değil, kapitalizmi yıkarak rekabetin tamamen ortadan kalkmasını sağlamaktır.” (Lenin, age., s:289, benim tercümem)

“20. yüzyıl böylece, eski kapitalizmin yenisine, sermayenin genel egemenliğinden mali sermayenin egemenliğine dönüm noktasını belirler.” (Lenin, age., s:228, benim tercümem)

Emperyalizm her yere, özgürlüğü değil, tahakküm etme çabalarını taşıyan, mali sermaye ve tekeller çağıdır.” (Lenin, age., s:297)

Bu alıntılardan da anlaşılacağı gibi, emperyalist (tekelci) kapitalizmin serbest rekabetçi sisteme döndürülmesi günümüzde sözkonusu bile olamaz. Zaten tüm dünya, yeryüzü, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri dev uluslararası tekeller ve karteller tarafından paylaşılmıştır! Dünyanın her köşesini tahakkümü altında bulunduran uluslararası tröstl ve tekellerin bu saltanatı “dengeli” bir ortamda serbest rekabet içinde hareket edecek küçük özel şirketlere ve “çoğulcu mülkiyete” bırakması günümüzde hayal bile edilebilecek bir durum değildir!

Emperyalist kapitalizmin özelliklerine ilişkin olarak Cemal Mert'ten dikkatinize getirmek istediğim son görüş de şudur:

“Küreselleşmenin ilerici olduğunu savunmamın yanısıra, 'küresel kapitalizmin' de ulusal kapitalizmlere oranla daha ilerici bir karakter taşıdığını düşünüyorum.” (Cemal Mert; age., s:144)

Düşün Cemal kardeş... Düşün düşün da böyle düşünürsen zordur işin!

Evet, ilerici küresel kapitalizme doğru yelken açmış durumdayız!

Böylece vardığımız son nokta, yani Cemal arkadaşımızın öngördüğü gelecek, "solun ekonomik konsepti": "Çoğulcu mülkiyet ve ekonomik demokrasi" sayesinde "ilerici küresel kapitalizm"!

Bu arada küresel kapitalizm dediğimiz aslında emperyalizm değil mi? Ama dedik ya, Cemal arkadaşımız bu kelimeyi sevmiyor! Bunu hep pas geçiyor! Aslında bana kalırsa bilerek kullanmıyor. Çünkü kapitalist sistemin dinamiklerini anlamamıştır. Anlamadığı için de kapitalist emperyalizmin alt yapısal bir sorun olduğunu değil, büyük devletlerin art niyetli politikalarının sonucu olduğunu düşünüyor olmalı ki, emperyalist kapitalizmin rekabetçi kapitalist sisteme geri döndürüleceğine bizi ikna etmeye çalışıyor.

Belli ki bu Neo-Marksistler ya gerçekten Marksizmi ve Lenin’in öğretilerini anlamıyorlar, ya da bilerek ve isteyerek burjuvazinin egemenliğinin sürmesini sağlamak için işçi sınıfı ve devrimci aydınlar içinde burjuvazinin ajanlığını yapıyorlar.

"Küresel kapitalizmin" (siz bunu emperyalizm olarak okuyun), "ulusal kapitalizmlere oranla daha ilerici bir karakter taşıdığını düşünüyorum" demek ne anlama gelir?...

Bir zamanlar, 19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başlarında 2. Enternasyonal'in teorik önderlerinden olan Marksist Kautsky de, yaklaşan emperyalist savaş karşısında kendi ülkesinin burjuva emperyalistlerinin saflarına katılmıştı. Bu dönemde Kautsky de emperyalizmi savunmak için ona “barışçıl demokratik” özellikler atfetmiştir.

Lenin Kautsky’nin bu tavrını su sözlerle eleştirmişti: "Mali sermaye çağında 'gerici bir ideali', 'barışçıl demokrasiyi', 'sadece ekonomik güçlerin operasyonunu' savunmakla Kautsky Marksizmden koptu; çünkü objektif olarak bu ideal bizi tekelci kapitalizmden tekelci olmayan kapitalizme geri çeker ve bu reformist bir sahtekarlıktır.

“Kautsky, Mısır'la (ve başka herhangi bir sömürge veya yarı-sömürge ile) ticaret 'askeri işgal olmadan, emperyalizm olmadan ve mali sermaye olmadan' daha fazladır buyurdu. Bu ne anlama gelir?... Yani eğer serbest rekabet genel olarak tekeller tarafından sınırlanmasaydı, veya ‘bağlantılarla’ (yani yine tekellerle), mali sermaye boyunduruğu veya sömürgeler belli ülkeler tarafından tek başına sahiplenilmeseydi, kapitalizm daha fazla mı büyüyecekti?

“Kautsky’nin argümanının başka bir anlamı olamaz; ve bu argüman da anlamsızdır. Farz edelim ki serbest rekabet, hiçbir türde tekel olmaksızın, kapitalizm ve ticareti daha hızlı geliştirecekti. Fakat ticaret ve kapitalizm ne kadar süratli gelişirse, tekelleşmeye yol açan üretimin ve sermayenin yoğunlaşması o kadar büyük olur. Ve tekeller, tam da serbest rekabetten dolayı, halihazırda oluşmuştur! Hatta şimdi tekellerin ilerlemeyi yavaşlatmış olması bile, tekellerin oluşumuna yol açtıktan sonra artık olanaksız hale gelen serbest rekabetin lehine bir durum yaratmaz.

Kişi ne yönden bakarsa baksın, Kautsky’nin argümanının içinde gericilik ve burjuva reformizminden başka bir şey bulamaz.” (Lenin, age., s:289)

Bu alıntıdan da çok net bir şekilde görüyoruz ki, Cemal Mert arkadaşın önerdiği "piyasa koşullarında, dengeli ve rekabetçi bir sistem" Kautsky’den ödünç alınmış eski bir önermedir. Bu da emperyalizm koşullarında olanaksız olup, gerici ve burjuva reformist bir çizgiyi temsil eder!

Şimdi gelelim Cemal Mert arkadaşın Kıbrıs sorununa yönelik düşüncelerine...

KKTC’de statüko nedir, nasıl bertaraf edilir?... Cemal Mert’in yazdıklarından bu konunun kafasında çok net olmadığı sonucunu çıkardım. Ona göre statüko Kıbrıs'ın bugün içinde bulunduğu sosyo-politik durumu oluşturan tüm iç sebepler ve bunun yanında Türkiye'nin varlığıdır. Hatta statükoyu oluşturan en önemli unsur UBP’dir. (bkz.Cemel Mert, age., s:36-37-38-39-40-41)

Bu durumda aklıma su sorular geliyor: Statüko UBP mi? UBP tükenince statüko sona erer mi?... Cemal Mert’e göre statüko Ulusal Birlik Partisi ile Türkiye'nin yarattığı ucube bir olgudur! "Çözüm, barış ve Avrupa Birliği yanlısı ilerici güçler, başta CTP-BG, yalnızca yıllarca sürdürdükleri UBP karşıtlığı ile statükoyu bertaraf edebilmenin olanaklı olmadığını yaşadıkları acı tecrübelerle anlamaya başlamıştır. Statükonun bertaraf edilmesi için çok daha kapsamlı ve derinlikli bir sosyo-kültürel ve politik mücadelenin zorunluluğu anlaşılmıştır." (age., s:62)

Bu derinlikli mücadele neymiş?... “Kıbrıslı Türkler olarak kendi istek ve ihtiyaçlarımıza uygun bir toplumsal proje üretmemiz gerekir. Bu projenin iki ana unsuru vardır: Kıbrıs sorununun çözümü ve AB’ye katılım için mücadele…”

Mert’e göre statükonun has partisi UBP, statükonun muhalif partileri DP, ÖRP ve MAP, statükoya muhalif partiler ise CTP, TDP, BKP, YKP ve KSP imiş!

Çok merak ediyorum, bugün CTP ve TDP’yi sayın yazarın kendisi dahil statükonun parçası olarak görmeyen tek bir kişi kaldı mı?...

Cemal Mert bu yazdıklarıyla statükoyu anlamadığını çok açık bir şekilde göstermiştir. Kıbrıs'ta statüko Anglo-Amerikan emperyalizmi önderliğinde NATO tarafından, Türkiye ve Yunanistan'ın da iş birliği ve BM’nin de onayıyla oluşturulan sosyo-politik durumdur. NATO içinde varılan anlaşma gereği Kıbrıs'ın Türkiye ile Yunanistan arasında taksim edilmesi planlanmış, ve bu amaca yönelik olarak da 1974’te Kıbrıs'ta Yunan darbesi ve Türk işgali planlanmıştı. Ancak darbede hedeflenen başarı elde edilemeyince taksim gerçekleştirilmemiş, adanın güneyi Türklerden, kuzeyi de Rumlardan etnik olarak temizlenmiş ve adanın kuzeyi Türk ordusunun işgali altında kalarak, burada Türkiye'ye bağlı bir alt yönetim, özünde bir sömürge yönetimi oluşturulmuştur. Adanın güneyi ise “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında uluslararası tanınmışlığı ve AB üyeliği olan bir devlet statüsünde ve Kıbrıs Rum egemen sınıflarının yönetimi tek başına elinde bulundurduğu bir yapıya dönüşmüştür! Statüko denilen olgu budur... Bu gerçekle yüzleşmeyen hiçbir siyaset de Kıbrıs sorununu doğru olarak ele alamaz!

CTP siyaseti de bu gerçeğin üstünü örtmeye çalışan bir siyasettir olup, bu noktada UBP’den geri kalır hiçbir yanı yoktur. Bu nedenle CTP de statükonun has partilerinden biridir! Böyle olduğu için de, Kıbrıs sorununa çözüm arayışlarını da o çok şikayet ettiği statüko içinde aramaktadır. Statüko emperyalist büyük güçlerin Kıbrıs'ta oluşturduğu hegemonya düzenidir. AB de bu düzenin bir parçasıdır. CTP ise statükodan kurtuluşu AB’nin bir parçası olmakta görmektedir. CTP'nin statükoya görünürde tek itirazı TC'nin alt yönetimi olmak istemeyişidir. Bunun yerine TC ile stratejik ortaklığı önermektedir. Bu da gerçekçi olmayan bir öneridir. CTP, her şeyiyle göbekten bağımlı olduğu, boyunduruğu altında olduğu bölgesel emperyalist güç olan Türkiye ile stratejik ortaklık masallarıyla halkımızı aldatmayı seçmiş bir partidir. Halbuki CTP’nin eski başkanlarından Talat, Türkiye ile ortaklığı nasıl anlatmıştı: “Türkiye kalk derse kalkarım, otur derse otururum!”

Bu iki temel konuya ek olarak daha bakalım ne inciler var Cemal arkadaşımızda?...

“Kıbrıslı Türk solunun küreselleşme karşısında tutumunu netleştirmesi ve Türkiye ile ilişkiler dahil her konuda özgün siyasetlerini çekinmeden ve özgüvenle ortaya koyması gerekir. İşte değişimin başlayacağı nokta budur.” (age., s:132)

Bu alıntı içinde de yine bir dipnot var. 111 numaralı bu dipnotta da Komünist Manifesto'dan bir alıntıya yer verilmiş. Bu alıntıda proletaryanın uluslararası birleşik eyleminin önemi anlatılmaktadır.

“Kuzey Kıbrıs'ta demokratikleşme ve sivilleşme konusu can alıcı bir meseledir. Sol bu konuda bir milim bile geri adım atamaz. Sivil iradenin nasıl hakim kılınacağı bir programla deklare edilmelidir. Bu konuda deneyim kazanmış Türkiye hükümeti ile işbirliği yapılmalı ve AK Parti'nin samimiyeti görülmelidir. (Lampron na se kapsi!)

“Acaba sol partilerin, sol kimliklerinden kopmadan ülkemizin koşullarında hükümete gelebilmesini sağlayacak bir siyasal program ve toplumsal taban nesnel olarak var mıdır? Bu sorulara verilecek yanıtlar sol partilerin seçim stratejisinin omurgasını oluşturacaktır.”(age., s:139)

El cevap: “Birleşik Güçler konsepti kapsamında bir araya gelecek olan toplumsal öznelerin sol hükümet parametreleri ışığında ayrıca belirli ittifaklar oluşturması da gerekmektedir. Solun geleneksel yerel ve dışsal ittifakları dışında en önemli ittifak öznesi olması gereken AK Parti üzerinde durmak gereklidir. Toplumun siyasal iradesini ön planda tutarak, Türkiye ile iki eşit devlet anlayışını savunarak ve bunun gerektirdiği dik duruştan taviz vermeden ittifak yapılacak en önemli dışsal özne, AK Parti hükümetidir.” (age., s:142) (Buyrun cenaze namazına!)

“'Sol' sadece iktidara gelmekle kalmamalı, aynı zamanda iktidarda kalmayı da başarabilmelidir" diye öğüt veren Cemal arkadaşın sonunda geldiği nokta bu! İktidarda kalabilmek için en önemli dışsal özne AK Parti hükümetine yalakalık! Tatar’ın yaptığı da zaten bu değil mi? Ne diye kızıyorsunuz adama? Sizin tavsiyelerinize dikkatle uyuyor ve bunları uyguluyor işte!

“Yurttaşlık bilincini yerelden evrensele taşıyıp 'küresel yurttaşlık bilincini' üretmek de solun en önemli misyonu olmak durumundadır.” (age., s:148) (Sınıf bilinci yok mu yahu bu ‘sol’da?!)

"Günümüzün küreselleşme çağında toplumlara/insanlara dayatılan sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal projelerin, Negri ve Hardt’ın tanımladığı şekliyle 'küresel imparatorluğun' dayatması olduğu ve bir kısmı ulus devletler üzerinden yürütülse bile ulus-devlet üstü olduğu göz ardı edilmemelidir."(age., s:148-149)

“Sol politik partilerin, bireylerden fazla olarak yapması gerekenler de vardır. En önemlisi eleştirmek ve karşı çıkmakla yetinmeyerek, sistemin aşılması ve dönüştürülmesi için gerçekçi sol alternatif projeler de üretilmelidir.

Küresel imparatorluğun doğrudan ya da Avrupa Birliği veya Türkiye üzerinden dayattığı sosyo-ekonomik ve kültürel politikalara yalnızca karşı çıkmakla yetinmek, her alanda alternatif sol politikalar üretmekten geri durmak, bu coğrafyada yaşayan Rumu, Türkü, Türkiyelisi, Kıbrıslısı, Müslümanı, Hristiyanı, ateisti ve bilumum kimlik sahibi insanı savunmasız ve siyasetsiz bırakmak anlamına gelir.

Bu kadar farklı kimliği, eşit ve özgür olarak eş değerde ve eş düzeyde bir arada tutabilecek, küresel imparatorluğa ve onun bağlaşıkları haline dönüşen ulus-devletlere karşı örgütleyebilecek güç de enternasyonalist sol özneden başkası olamaz. İşte, üretilecek ilk alternatif sol politika ve program tam da budur.” (age., s:149)

Burada da ilginç bir tutarsızlık vardır... "Sol bu memlekette, tarihsel misyonunun güncel programı olan çözüm, barış, demokrasi, Avrupa Birliği'ne üye olma, sivilleşme ve Kıbrıslı Türklerin 'kendi evlerinin efendisi olma/kendi kendini yönetme' mücadelesini taçlandırmak üzere hükümet olup olmamaya; uzun süre hükümette kalma başarısını gösterip statükoyu bertaraf edip etmemeye karar vermelidir" diyen yazar, şimdi de AB’nin dayatmalarından bahsetmektedir. Emperyalist bir çıkar grubu olan AB’nin dayatmalarının farkında olan birisi, kurtuluş için nasıl olur da AB’den medet umar?! Yoksa bunun adı da denize düşen yılana sarılır politikası mı?...

Bize göre solun, işçi sınıfının politikası Anti-Emperyalist Birleşik Cephe temeli üzerine oturtulmuş bir anti-emperyalist mücadeledir. Cemal’in önerdiği politika ise sınıf uzlaşmasıdır. Sınıfsal iş birliğidir! Proleter enternasyonalizminin inkârıdır! Burjuva uzlaşma ve teslimiyet politikasıdır!

Küresel yurttaşlık proleter enternasyonalizminin yerine geçiriliyor. Hepimiz küresel yurttaşız! Recep Tayyip de küresel yurttaşımız, Trump da, Merkel vs. de... Bu politika kime karşı oluşturuluyor? Küresel imparatorluğa! Kime karşı kimlerle mücadele etmemiz ön görülüyor? Küresel imparatorluğa (siz onu uluslararası emperyalizm olarak okuyun) karşı bu emperyalist sistemin en azılı siyasi temsilcileriyle birlikte mücadele edecekmişiz! Anamızı düzen kadıdan adalet isteyecekmişiz!! Tamamen anti-Leninist tezler!

Bu teori yeni mi? Hayır. Bir asırdan da eski ultra-emperyalizm teorisinin boyanıp süslenerek yeniden önümüze konması! Emperyalist güçler arasında hiç mi çelişki yok? Emperyalizm sürekli barış aşamasına mı ulaştı?

Tüm bu karşı devrimci düşünceler bize “CTP’nin Rotası: Uslanmaz Devrimci Ruh ve Sorun Çözen Akıl” olarak sunulmaktadır! (age., s:158) Önümüze konan bu akıl CTP aklı! Daha doğrusu CTP’nin başkalarından aldığı akıl... Alex Callinicos gibi Troçkistlerden, Meghnad Desai gibi burjuva düşünürlerden ve bilumum revizyonist, modern revizyonist Marksizm-Leninizm düşmanlarından alınan akıl!

Cemal Mert bu akıllara zarar düşünceleri bize "sosyalist değerlerin yeni dünya koşullarında yeniden yorumlanması" olarak yutturmaya çalışmaktadır!

Evet, dünyada koşullar değişmektedir. Önemli olarak nitelenebilecek değişiklikler vardır. Ama bu değişiklikleri anlamamış olan Cemal Mert, eski revizyonist teorileri bize "yeni" ve değişen dünya koşullarına uygun öneriler olarak sunmaktadır. Amaç, kapitalizmi "iyileştirici" reformlarla, sınıfsal barışı elde etmek ve sömürü ve baskı düzeninin sürmesini sağlamak! Cemal Mert, toplumların doğal tarihsel gelişim sürecini anlamadığı için mi, tarihsel materyalizmin diyalektiğini anlamadığı için mi bu yola başvuruyor?... Yoksa sınıfsal konumundan dolayı sosyalizm ve sosyalist düşünceden korktuğu için mi böyle davranıyor?... Bence her ikisi de!





Yorumlar

Popüler Yayınlar