1974 yılı anılarım...

Nurperi Özgener, Kıbrıs halk biliminin çeşitli dallarında yaptığı çalışmalarından bazılarını kitaplaştırmış, amatör bir halk bilimi araştırmacısı... Son çalışması olan, 1974 yılında yaşananları anlatan, canlı tanıklardan dinlediği olaylar ve onlarla yaptığı röportajların yayınlandığı “Yaşanmışlıklar” serisine devam etmek istediği için, birilerinin tavsiyesiyle benden 1974 yılında Baf kazasının Aynikola köyünde yaşadıklarımı kendisine anlatmamı istedi. Hatta benim önerimle bu yaşanmışlıklardan bir roman denemesi yapmayı bile düşündüğünü söyleyerek, benden istediği bilgilere yönelik bazı soruları yanıtlamamı rica etti.  

Bu aslında çoktan beri yapmayı tasarladığım, aklımda olan bir işti. Hatta Sevgül Uludağ’a da bu konuda bir sözüm vardı ve bu sözü tutamamanın huzursuzluğunu zaman zaman hissediyordum. Ama Sevgül de beni bu konuda hiç teşvik etmedi doğrusu... Yani bir günden bir güne bana “Yahu Mehmet, söz verdin bana Aynikola’daki olayları anlatacaktın, ne zaman yapacaksın?” bile demedi! Demek ki birinin beni cesaretlendirmesi gerekiyormuş... Bir de anlatımın uzun süreceği düşüncesiyle oturup yazmaya üşeniyordum. Sevgili Nurperi bu işi tetikledi. Ben de 1974 anılarımı onun için kaleme aldım.

Bu anılar belki o yılları yaşayan birçok Kıbrıslı için sıradandır. Pek çok Kıbrıslı benim yaşadıklarımın beş beterini yaşamıştır. Ama bu anıların içinde önemli bir unsur var ki, onu savaşı yaşayanların çok azı yaşamıştır. Üstelik bu tür bir deneyimi yaşayanlar genellikle katledilmiş, içlerinden çok azı sağ kalmıştır. Dohni, Zigi, Mari, Aloa, Sandallaris, Marata köylülerinin topluca katledilmesi; Paşaköy, Siskilip, Lapta, Karava köylülerinin katledilmesinde yaşananların bir benzerini, ben ve bazı köylülerim yaşadık... Topluca kurşuna dizildik. Ama son dakika yaşanan bir mucize sayesinde ölümden kurtulduk... 

Nurperi Hanımın sorularını yanıtlıyorum... 



- Kaç doğumlusunuz? 

20 Kasım 1958 doğumluyum.



- Çocukluğunuz nasıl geçti?...

İngiliz sömürge döneminin son yıllarında, teşkilatta özel bir ekipte görevli olan babamın sık sık evden uzak kaldığı ve dönüp dönmeyeceğinin belli olmadığı bir ortamda, biraz huzursuz; eski Lefkoşa'nın merkezi mahallelerinden Samanbahçe’de tahta tüfeklerle "harpçilik" oynayarak; ama lingiri, pirilli, delik deşmece, tutmaca, saklambaç, topaç, yakantop ve futbol da oynayarak; orta halli bir ailenin çocuğu olarak ve genelde mutlu diyebileceğim bir çocukluk geçirdim... 



- Hiç unutamadığınız bir anınız var mı?

İngiliz okulunda, (lise bire denk gelen) 4. sınıfta, tarih öğretmenim Mr. Georgiou ile İstanbul'un fethine ilişkin tartışmamızı unutamam... Öğretmen İstanbul'un düşüşünü anlatırken, Bizans'ın yaşadığı dezavantajları bir bir saydı döktü. İdare yozlaşmış, otoritesini kaybetmiş, Türk ordusu şehri savunanlardan üç kat daha fazlaymış, falan filan... Ben de o zamanlar Milli Ülkü Derneği'nin toplantılarına katılıyordum. Fanatik, şöven ve milliyetçi bir kafa yapım vardı. Öğretmen dersi anlatırken elimi masaya vurarak ayağa kalktım... "Siz neden Bizans'ın zaaflarından başka bir şey anlatmıyorsunuz? Hiç İstanbul’a gidip surları gördünüz mü? (Halbuki o güne kadar ben de hiç Kıbrıs dışına çıkmamıştım.) O surlar o kadar kalın ve yüksek ki, surun arkasındaki her asker en az on kişiyi temizler... Demek ki Türk ordusu onların sayısından üç değil on kat fazla olsaydı dediğiniz doğru olurdu. Ayrıca Türklerin zekâsından da bahsedin lütfen. Biz İstanbul'u fethetmek için barutu icat ettik... Gemileri karadan yürüterek Haliç'e indirdik” dedim. Öğretmen çok olgun davrandı. “Arkadaşınız Mehmet haklıdır” dedi... Tahtaya İstanbul'un bir krokisini çizdi ve gemilerin karadan denize indirilmesini anlattı... Böylece o hocaya hep saygı duydum. Oğlu da zaten bizim sınıftaydı. Marios Georgiou... Şimdilerde avukatlıktan emeklidir. Dostluğumuz hala sürer... 



- Köyünüzü tanıtır mısınız? 

Anne tarafından iki, baba tarafından da bir köyle bağlantım var. Anne tarafımdan Larnaka kazasının Arçoz köyü ve Girne kazasının Fota köyüne uzanır köklerimiz... Ben Lefkoşa'nın İngilizlere devri sırasında Girne kapısında görevli meşhur zaptiye Horoz Ali’nin torun çocuğuyum. Horoz Ali Fotalıydı. Baba tarafından da Baf kazasının Aynikola (Agios Nicolaos) köyüyle bağlantılıyım. Ancak annemin akrabaları Lefkoşa ve Ortaköy'e yerleştiği için, Arçoz ve Fota’ya yakın büyümedim. Fakat babamın ataları Aynikola'da yaşamaya devam ettiğinden, her fırsatta gerek ailemle, gerekse de köy otobüsüyle tek başıma sık sık Aynikola’ya gittiğim ve bu köyün insanlarıyla içli dışlı olduğum için kendimi hep Aynikolalı ve Baflı hissettim.

 

- Köyünüzün çevresinde hangi köyler vardır? Rum köyleri, Türk köyleri?...

Aynikola Baf kazasının en doğusunda, Limasol kazasının sınırında, güzel bir Türk köyüdür. 1958 yılındaki ilk toplumsal çatışmalara kadar, köyde birkaç Rum aile de yaşamaktaydı. 1958 yılında TMT’nin tetiklediği ilk toplumlar arası çatışmalardan tedirgin olan Rum aileler komşu Rum köyleri olan Podor ve Filusa’ya yerleşirken, bu iki köyde yaşayan birkaç Türk aile de Aynikola’ya yerleşmek zorunda kalmıştı... Aynikola, Trodos'un havadar dağ köylerinden biri, Kıbrıs'ın her biri başka güzel olan köylerinin en güzellerinden biridir... Aynikola'nın 11 kilometre kuzeyinde Limasol’a bağlı Mandria, onun 2 kilometre kuzeyinde de Platres köyü var. Güneydoğusunda yine çok tanınmış Omodos köyü, güneyinde ise Limasol Arçoz’u ve Malya köyü var. 

Bölge, Kıbrıs'ın en önemli şarapçılık merkezlerinden biridir. Malya ile yine yakın dağ köylerinden biri olan Pera Pedi’de Kıbrıs'ın ilk şarap üretim tesisleri vardır. Köyün batısında, Trodos dağlarının batı eteklerinde yer alan Baf ormanı bulunur. Kaynağını, Baf ormanının içindeki Bladi vadisinden alan Diyarizo deresi, doğudan batıya doğru yaklaşık 30 km’lik bir güzergah oluşturan ve kendi adını taşıyan Diyarizo vadisi boyunca kıvrılarak, Baf Kuklası sahillerinde denize dökülür... Aynikola, bu vadinin başlangıç noktasında, Laona denilen tepenin yamaçlarında ve vadinin en yüksek kesiminde, vadinin ilk köyünü oluşturur. Köy, yaklaşık 750  ile 900 metre rakımlı bir yayla üzerinde kuruludur. 

Köyün üst başındaki Laona tepesinin zirvesi yaklaşık 1100 metredir. Laona’nın, Rumlar tarafından etrafı bağlarla çevrili yüksek zirvelere verilen ad olduğunu bir yerlerde okumuştum. Köyün batısında Diyarizo deresi boyunca vadi içinde sırasıyla Podor, Filusa, Ciyarez, Ciyas, Prastio, Mamonya (meşhur eşkıya Hasan Bulli ailesinin köyü), Ayyorgi, Ayyorgi'nin karşısındaki sırtlarda Marona, Ayyorgi ile aynı sırada Fasulla, karşısında Susuz, ve vadinin son köyü olarak da Nikokleia köyleri bulunur. Vadinin Aynikola'ya bakan karşı sırtlarında da Arminu, Mesana, Salamyu ve Ayanni köyü vardır. 

Bu köylerden Hristiyan azizlerinin isimleriyle anılan köyler, yani Aynikola, Ayyorgi ve Ayanni, muhtemelen Kıbrıs’ta Frenk ve Venedik idareleri döneminde Katolik nüfusun barındığı köylerdi. Osmanlı'nın gelişiyle bu köyler tamamen boşaltılmış, veya Osmanlı'ya yaranabilmek için İslamiyeti seçerek Türkleşmiştir. Nitekim Ayanni ve Ayyorgi köylüleri çok iyi Rumca konuşabiliyordu. Aynikola ise, köyün kuzeybatısında 16 km kadar mesafedeki Rum köyü Kaminarkalı bir tarihçiye göre, Karaman'dan gelen göçmenlerin yerleştiği bir köydü. Bu önermenin doğru olma ihtimali yüksektir; çünkü Aynikolalıların kadınları hiç Rumca bilmezken, erkeklerin de çok azı, ve genellikle meslekleri gereği Rumlarla sıkı ilişki içinde olanlar Rumca konuşabiliyordu.

 


- Komşu köylerle ilişkileriniz nasıldı?...

Köyümüzün komşu köylerle ilişkileri her zaman çok iyi olmustur. Etrafı tamamen Rum köyleriyle çevrili olan Aynikolalılar, komşuları tarafından sevilip sayılırdı. Köy içinde yuvalanan TMT ve onun aynı zamanda köy ilkokulunun müdürü olan komutanı, çevredeki Rumlarla köylülerimizin ilişkilerini 1964-74 arası dönemde, zaman zaman giriştiği sorumsuzca davranışlarla germişse de, köylülerimizin Rumlarla ilişkileri genellikle çok iyiydi. Bu hususu teyit edebilecek bazı anılarımı burada aktarmak istiyorum:

a) 21 Temmuz 1974 günü, köyümüz Rum Milli Muhafız Ordusu tarafından teslim alınmıştı. İki gün süren çarpışmalar sonrasında, köyün erkekleri, özellikle de eli silah tutanlar, dağdan Ayanni köyüne kaçmıştı. Köyde gıda sıkıntısı yaşanıyordu. 15 Temmuzdan bu yana devam eden darbe süreci ve gergin durum nedeniyle köye tedarik gelmediğinden, ekmek sıkıntısı baş göstermişti. Köy RMMO güçleri tarafından teslim alındıktan sonra, köyümüzden bir kişinin, kamyonuyla komşu köy olan Arçoz’a giderek ekmek tedarik etmesine izin verilmişti. Bu görevi dedem Cemal Birinci üstlendi. Ben de onunla gidecektim, ama ninem genç oldugum için birilerinin tepkisine maruz kalırım, başıma bir kötülük gelebilir kaygısıyla gitmeme müsaade etmedi. 

Dedem Arçoz’a gittiğinde, köy bakkaliyelerinde de savaş kaygısıyla tüm ekmekler tükenmişti. Ancak Aynikolalıların ekmeksiz kaldığı haberi köyde duyulunca, her aile evinden en az bir ekmek getirerek, karşılıksız olarak dedeme verdi ve bu ekmekler köylülerimize dağıtıldı...

 b) 1989 yılında, Federal Kıbrıs Hareketi diye iki toplumlu bir kurum oluşturulmuş, bu kurumun ilk toplantısı da Ledra Palas ara bölgede yapılmıştı. Bu toplantıya ben de katılmıştım. Oldukça sıkıcı geçen bu toplantı esnasında, yanımda bulunan ve Limasollu olduğunu öğrendiğim genç bir Rum avukatla sohbet etmeye başladık. Sabah saat 11'di... Ondan beni köyüme götürmesini ve akşama tekrar toplantı bitimine yetiştirmesini rica ettim. Çok iyi bir insan olan bu avukat arkadaşım, teklifimin üstüne atladı. O Aynikola'yı bilmiyordu. Bense köyden 16 yaşımda ayrıldığım için yolları hatırlıyordum. Limasol'dan itibaren yolu ben tarif ettim. 

Yolda bu arkadaşım iki de arkadaşıyla karşılaştı. Onlar da Limasol'un bir dağ köyüne kahve içmeye gitmek üzere olduklarını, ama hangi köye gideceklerini belirleyemediklerini söyleyince, onlara da bizimle Aynikola'ya gelmelerini önerdim. Böylelikle dört kafadar Aynikola'ya doğru Leymosun’dan yola çıktık...

Yağmurlu bir sonbahar günüydü. Radyo Trodos köylerinde yoğun yağış oldugunu, görüş mesafesinin çok kısıtlı olduğunu anons ediyor, ve Trodos istikametine gidilmemesini tavsiye ediyordu. Ama ben 1974’ten sonra ilk kez köyüme gidecek olmanın heyecanı içindeydim.Yağmuru kim takar?... Biz yola devam... Derken arkadaşım aniden arabada yeterli benzin olmadığını, pazarları Lefkoşa'da bile benzin bulmanın zor olduğunu, yolda kalabileceğimizi söyledi. Ona “Merak etme, buraların insanı tedariklidir. Mutlaka bir yerlerde benzin bulacağız; yola devam et de korkma” dedim. 

Nihayet saat 13.30 gibi köye vardık. Orada tanıdık bir ailenin şimdi Rumeli Kafe olan evinde oturduk. Köyde Kuzey Kıbrıs’ta Limnidi köyü civarlarındaki Galini adlı Rum köyünden gelen göçmenler kalıyordu. Bizi çok iyi karşıladılar... Benim Aynikolalı olduğumu öğrenince çok güzel hürmet ettiler. Elma almak istediğimi söyleyince, arabanın bagajına iki kasa elma koydular. Ödemek istediğim zaman da “Senden para alırsak ayıp olmaz mı? Bu elmalar zaten sizin” diyerek para almayı reddettiler... Onlara benzin ihtiyacımız olduğunu söyleyince de, "Komşu Podor köyüne gidin. Kahvecide benzin bulunur, size yardımcı olur" dediler. 

Yöre halkının bu konuda tedarikli olduğu konusunda söylediklerimde haklı çıkmam beni çok mutlu etmişti. Hemen arabamıza atlayıp Podor’a gittik ve köy merkezindeki kahvehanenin önünde durduk. Ben arabadan inip de başımı kahvehaneden içeriye uzattığımda, tam da Kıbrıs usulü sandalyelerinde yayılan, esneyip uyuklayan yedi sekiz ihtiyarcığı görünce heyecanlandım... Benzin için geldiğimizi de unuttum. Duvarda boydan boya palabıyıklı bir Grivas posteri olduğunu bile fark etmedim... Belki de fark etseydim kahveye girmezdim bile... Ama farketmeyerek içeri girdim ve heyecanlı bir ses tonuyla ihtiyarlara yarım yamalak Rumcamla “Aynikolalı bir galliga (nalbant) Birinci vardı. Aranızda onu tanıyan var mı?” diye sordum. 

O ana kadar uyuşuk bir şekilde oturan, uyuklayan o ihtiyarlar adeta askerde esas duruş emri alan manga gibi heyecanla başlarını kaldırdılar. Bir tanesi “Tanırık ya, tanımayık olan” dedi. Diğeri, “Hiç olur da tanımayık, ya her gün buradaydı” derken, bir üçüncüsü de nefis bir Kıbrıs Türkçesiyle “Söyle be çocuk bakayım, kimlerdensin ya be sen?” diye sordu. 

Galliga Birinci'nin angonisi (torunu) olduğum 10 dakika içinde bütün köye yayıldı. Köylüler onlarla mangal faslına oturmamız şartıyla bize benzin tedarik ettiler. Yarım saat içinde etler hazırlandı, zivaniyalar çıktı, mangal yandı ve yeme içme faslı başladı... Yanımdaki Rum arkadaşlar bile bu izaz ikram karşısında hayretler içinde kalmıştı. 

Türkçe konuşan Rum aslında Aynikolalı olup, 1958 yılında Podor’a göç eden terzi Pavli idi. Pavli’nin kız kardeşi bir köylümüzle evliydi. 1974 yılından önce, kocası olduğu halde o da köylülerimiz ve çocuklarıyla birlikte hareket ederek kuzeye göç etmiş, Ayguruş'a yerleşip burada vefat etmişti. Pavli bana sohbet esnasında kız kardeşini sorduğunda, onun ölüm haberini de benden almış oldu... Rum köylüler teker teker aralarında benim akrabalarımın da olduğu Aynikolalı tanıdıklarını sordular. Ölenler için de hep birlikte ağladık...

 c) Artık şeytanın bacağını kırmış, 1974'ten sonra ilk kez güneye geçmiştim... Bu olay çok hoşuma gitmişti. Güneye tekrar gitmenin yollarını araştırdıktan sonra, Pile köyü üzerinden gidilebileceğini öğrendim ve sık sık Pile üzerinden Güney Kıbrıs'a gitmeye başladım. 

Bir keresinde, babamın birinci yeğeni olan ve bizim Salih Dayı dediğimiz, ama köylülerimizin ve komşu köylülerin Galliga Salih olarak bildiği Salih Dayıyı da çok özlediği köyüne götürdüm. Köyde göçmen Rumlar kaldığı için bizi tanıyan yok... Bir süre köyü gezip dinlendikten sonra, geri dönüş için yola çıktık. Yolda Salih dayı “Allahasen bir da Arçoz'a uğrayalım” diye rica etti. Kırar mıyım... Hemen dümeni kırdık Arçoz’a! 

Köy meydanında durdum. Arabadan inerken arka tarafımızdaki kahvede oturan bir Rum'un, yanındaki Rum'a şöyle dediğini duydum: “İnsan insana benzer derler be arkadaş, ama doğruymuş. Bak bu adam aynı bizim Aynikolalı Galliga Salih’e benzer yahu!”... Bunu duyar duymaz o iki köylüye yöneldim. "O gördüğün adam Galliga Salih’e benzemez, ta kendisidir!” dedim. Bunun üzerine köy, on dakika içinde panayıra döndü... 

Şimdilerde, Trodos'un dağ köylerinde genellikle sınırlı sayıda yaşlı nüfus dışında insan yoktur. Gençler hep büyük kentlerde ve turistik merkezlerdedir. Köyde kim varsa çok kısa süre içinde köy meydanında toplandı ve Salih Dayıyla sarmaş dolaş oldular... Hatta gençten bir Rum bize "Ne olur sakın bir yere gitmeyin. Gilan’a gidip babamı alıp geleyim. Daha geçen gün Galliga Salih’i anar ve ağlardı. Bir ayağı çukurdadır, ihtiyarın mutlaka görmesi lazım Salih'i" dedi. Biz de kabul ettik. Genç, yaklaşık 15 km mesafedeki Gilan'a gidip babasını alıp geldi. İki ihtiyarın sarılması orada bulunan istisnasız herkesin gözlerini yaşartmıştı. Yine o gün de bizim için mangallar yakıldı, zivaniyalar açıldı.Unutulmaz bir gün yaşadık.

d) 1995 yılında Halk Sanatları Derneği olarak Almanya’nın Dortmund kentinde bir projeye katılmıştık. Rumlardan SYKALLY (Lysi Sanat Derneği), bizden de HASDER'in katıldığı bu projede, Almanlara Kıbrıs halk danslarını öğretmeye gitmiştik. Çok güzel anılar biriktirdiğimiz ve köklü dostluklar kurduğumuz bu çalışmadan bir sene sonra, aynı Alman grup Kıbrıs’a gelerek, aynı çalışmayı Vasa köyünde kurulan bir kampta tekrar edecekti. 

Almanlar gelince Kıbrıslı Türk öğretmenlerini de istemişler... SYKALLY’den arkadaşlar hemen benimle temas kurdu. Yönetimden izin alarak ben de güneye geçtim ve bu halk dansları çalışma kampına katıldım. 

Vasa köyü, bir Türk köyü olan Malya’nın hemen üst tarafındadır. Malya da bizim köyümüze, Aynikola'ya yaklaşık 8 kilometre mesafededir ve iki köy arasında da Arçoz köyü vardır. Biz Alman grupla çalışmalarımızı tamamladıktan sonra, son gün onlara bölgeyi gezdirdik. Gezimizin son durağı da Arçoz köyüydü... Ama daha biz gitmeden Arçoz’a bir Aynikolalının gideceği duyuldu. Grup köye vardığında tüm köy meydanda toplanmıştı. Ama ilgi Alman grupta değil, bendeydi... Herkes bana gerçekten Aynikolalı olup olmadığımı ve kimlerden olduğumu soruyordu... 

Orada da Kıbrıs Türk şivesiyle mükemmel Türkçe konuşan bir Rum'a rastladım. Meğer o da çocukluğunda bağ bozumu zamanlarında ailesiyle birlikte babamın dayısının köyü olan Marona’ya gidermiş. Marona'da, babamın İbrahim dayısının evinin yanında bir evde kalırlar ve kendisi de oradaki Türk okuluna gidermiş. Bu vesileyle Türkçe hem konuşmayı hem okuyup yazmayı çok güzel öğrenmiş! 

Arçoz’da program sadece kahve içmekti... ama öyle olmadı. Köylüler bizim için mangal yaktılar. Bizi yedirip içirmeden gitmemize müsaade etmediler. Ayrıldığımız zaman otobüsteki Alman misafirler hayretlerini gizleyemeyerek bana şu soruyu sordu: “Biz Rumlarla Türkleri düşman sanıyorduk... Nasıl olur da dedenizin şerefine böylesi bir izaz ikramda bulunur bu köyün insanları?...” Ne diyebilirdim ki?... Onlara Kıbrıs'taki her iki toplumun elitlerinin büyük güçlerle iş birliği içinde çıkar için dalaştığını, aslında halk arasında, tabanda hiçbir düşmanlık olmadığını anlatmaya çalıştım... 

Evet... Köyümüzün ve köylülerimizin komşu Rum köyleri ve köylüleri ile ilişkileri işte böylesine içten ve sıcaktı! 

 

- Köyünüzde en çok ne üretilirdi? 

"Da ne üretilmezdi" diye sormalıydınız! Köyümüzün en meşhur ürünleri önce formoza eriği ve elma... Bunlar dışında, armut, üzüm, ceviz, badem, kiraz, her türlü sebzeden tut arpa ve buğdaya kadar yok yoktu! 


 
- Köyünüzün bir simgesi veya simgeleri var mıydı? 

Köyümüzün adeta özdeşleştiği ve bugün hala faal olan çok güzel bir pınarı var. Adı Meletse... Ayrıca köyümüzü simgeleyen diğer güzellikler, Baf ormanları içindeki Bladi Vadisi ve iki ayrı koldan çıkarak bu vadi içinde birleşen Diyarizo deresidir (diyarizo - dio rizes, iki kök anlamındadır). Bu derenin başlangıç noktasına yakın mesafede bulunan ve Kıbrıs'ta ayakta kalan en eski ve en büyük Venedik köprüsü olan Celefu köprüsü, bir de Celefu köprüsünden üç kilometre daha ötede olan ve Kıbrıs'ın en büyük ve en geniş gövdeli çam ağacı olan Berovasa Çamı, köyümüzün en önemli simgelerini oluşturur. (Bu çam şimdilerde kurumuş ve yüzyıllarca yaşadığı yerde gövdesinden bir kesit sergilenmektedir.) 

 
 
- Köyünüzün inanç, örf ve adetleri nelerdi?  

Köyümüzün inanç ve adetlerini pek inceleme şansım olmadı... Köyde bulunduğum sürece, yıl başında Rumlarınkine benzer eğlenceler düzenlendirdi. Vasilobitta (içine çifte silin saklanan kek) kesilirdi, kış gecelerinde masallar anlatılırdı... Benim çocukluğumda Kezban Yenge olarak bildiğim bir akrabamız çok güzel masallar anlatırdı. Sadece bir tanesi aklımda.... 

Hasta olan adamı karısı aldatıyormuş. Bunu fark eden adam, kör numarası yapmaya başlamış. Kadın da bunun üzerine dostunu alenen eve almaya... Adam bir gün kadını ikna etmiş, dağa gitsinler odun toplamaya. Kadın yardım eder diye dostunu da yanına almış. Adam dağda, uygun bir uçurum kenarında karısını dostuyla beraber uçuruma iterek öldürmüş. Eve eşeciği ile geri dönerken şu türküyü mırıldanıyormuş: "Dris bayi enas erkede, dris bayi enas erkede..." (Bu türkü, masalda da hep Rumca söylenirdi: "Üç kişi gider, bir kişi döner...") 

Aynikolalılar da tüm Kıbrıs köylüleri gibi otantik Kıbrıs oyun havalarını severek oynardı. 1980’li yıllarda HASDER olarak Aynikolalıların 1974 sonrasında yerleştirildikleri Ayguruş köyünde yaptığımız alan araştırmasında, köylülerin icra ettiği Kıbrıs halk danslarını görüntüledik ve belgeledik. Araştırma ekiplerimiz, ayrıca köyün ölüm, doğum, düğün, türkü, masal vb. geleneklerini de araştırdı. Bu çalışmaların tutanakları HASDER halk bilimi arşivlerinde mevcuttur...


- Ailenizden bahseder misiniz?...

Babam Aynikolalı... Çocuk denecek yaşta Lefkoşa’ya okumaya geldi. Daha sonra maddi durumlar müsait olmadığı için okumayı bırakıp makinist çırağı olarak işe girdi. Ardından EOKA devrinde auxiliary (geçici) polis gücüne katıldı. Daha sonra polislikten çıkıp şoför öğretmenliği yaptı. Bu esnada ustasının baldızı olan annemle tanıştı ve evlendiler... Annemin annesi Arçozlu, babası Fotalıydı. Kendisi Lefkoşa'da büyümüştü. 

Meral ve Tekin Birinci çiftinin dört erkek çocuğu oldu. Aslında bir de kızları olmuştu, ama bu kız bebek 6 aylıkken geçirdiği ağır grip esnasında Lefkoşa Genel Hastanesi'nde bir doktorun yaptığı penisilin iğnesinin neden olduğu alerji yüzünden öldü. Biz dört erkek kardeşiz. Benim bir ikiz kardeşim, aramızda biriyle 7, diğeriyle de 12 yaş fark olan iki de küçük kardeşim var. 

 

- Savaşa ilk kez ne zaman tanık oldunuz?...

Savaşa ilk olarak 1963-64 olaylarıyla tanık oldum... 21 Aralık 1963 olaylarından sonra, İngiliz Land Rover'lerle Girne Caddesi'nde devriye gezen silahlı Rum polislerini, Samanbahçe'deki evimizin terasından korkarak izlediğimizi hatırlarım... Bir de babam o dönemde teşkilatta olduğu için zaman zaman özel görevle gider ve bazen iki hafta hiç eve uğramazdı... Bu dönemlerde annem evde merak ve üzüntü içinde kalırdı... Bana ve kardeşime,  “Anne, anne babam n’oldu, nerde kaldı gelmedi" ve "Bir küçücük aslancık varmış, babası onu çok severmiş, sen benim ca-ca-canımsın dermiş! Aslan baba harpte vurulmuş..." diye melodilerini hala hatırladığım şarkılar söyletirdi. Bu şarkıları hem söyler hem de ağlardık... Bunun 5-6 yaşında çocuklar için nasıl bir psikolojik travma olduğunu varın siz tahayyül edin! 


 
- Savaş zamanında köyünüzde neler yaşandı, siz neler yaşadınız? 

Öğrencilik yıllarımda yaz tatillerimin iki veya üç haftasını mutlaka köyde geçirirdim. 1974 yılı yaz aylarında da önce ikiz kardeşim Küfi köye ninemizin yanına gitti. O dönünce de ben gittim. Küfi ile birlikte sınıf arkadaşımız Sami Şefik Yerli de köye gitmişti. Sami’nin babası Şefik Çavuş Aynikola’da polislik yapmıştı. Sami o zamandan köyümüzün yabancısı değildi. Küfi'yle birlikte dönmeyerek köydeki tatilini uzatmıştı. Küfi’yi Lefkoşa'ya getiren Ayannili İsmail dayının otobüsüyle, ben ve küçük kardeşlerim Ertan ve Hasan köye gitmiştik. Tarih temmuzun ya 12’si ya da 13’ü olmalı. Çünkü köye gittiğimizde ya ertesi gün ya da ikinci gün pazardı. O pazar köyümüzden bir abimizin Poli’de düğünü vardı. Bu düğün için köyden Poli’ye otobüs gidecekti. Nenem ve bazı akrabalar da bu düğüne gitmek isteyince ben de kafileye katıldım. Tarih 14 Temmuz Pazar...

Düğünden önce Poli civarındaki Afrodit hamamlarını gezdik. Bu gezinin benim için önemi, ilk gençlik yıllarımın aşkı, ilk göz ağrılarımdan biri olan X’in de geziye katılmış olmasıydı... Poli yolculuğu esnasında onunla ilk kez yakınlaşma olanağı bulduk. Afrodit hamamlarındaki göletçiğin içine madeni para atarak birlikte dilek tuttuk. Düğünde birlikte dans ettik... O dans esnasında kendisine çok önemli, romantik sözler vermiş olmalıyım. Ama hemen akabinde gelen savaş ortamında yaşadığım korkular, verdiğim sözleri bana unutturdu. Olaydan yaklaşık 30 yıl kadar sonra, X bana kendisine söylediklerimi hatırlıyor muyum diye sordu. Ne yazık ki hatırlamadım... Kendisi de bana hatırlatmamakta ısrar etti. Böylelikle ufak çapta da olsa benden intikamını almış oluyordu... 

Aynı gün köye döndük. Her şey çok güzeldi... Ama pazartesi sabah darbe haberleriyle uyandık. Yolların kapalı olduğunu, hiçbir yere gidilemeyeceğini öğrendik. Köyde hafta sonu için Lefkoşa'dan gelmiş ve pazartesi dönecek olan arkadaşlar, abilerimiz vardı. Ama kimse o gün yola çıkamadı. Nihayet 17 Temmuz Çarşamba günü yolların açıldığı söylendi. Uray Caymaz (eski bakanlardan Günay Caymaz’ın kardeşi) ve iki arkadaşı Lefkoşa'ya gitmeye karar verdiler. Bizi de götürmeyi teklif ettiler. Ama nenemle dedem yol güvenliğinden kuşku duydukları için bizi Lefkoşa'ya gönderme riskini göze alamadılar ve böylece köyde kalarak gelişmeleri beklemeye koyulduk. Bu arada şunu da belirteyim ki, o yıllarda Lefkoşa’da kurulmuş olan Milli Ülkü Derneği adlı derneğe gitmeye devam etmekte ve orada aldığımız şöven milliyetçilik zehirinin etkisi altında bulunmaktaydık...  

Aynikola, Baf-Trodos anayolu üzerinde önemli bir noktadadır. RMMO anayolu güvenceye almak niyetindeydi. Köydeki TMT varlığından haberdardılar. Bu durum Türklerin ana yolu kapatabilmesi riskini yaratıyordu. Köyde Kıbrıs Cumhuriyeti'nin eski jandarma komutanı Niyazi Efendi de yaşıyordu. RMMO komutanı, eski EOKA’cılardan Andreas Mustakas, köyün direnmeden teslim olmasını istemek için Niyazi Efendi’ye ulaşmaya çalıştı, ama başaramadı! 20 Temmuz günü, saat 16’dan itibaren köydeki mücahitlerle RMMO arasında çarpışmalar başladı... Çarpışma yaklaşık 24 saat sürdü ve 21 Temmuz saat 16 sularında köyü savunan mücahitler mevzilerini terk ederek dağdan Ayanni köyüne kaçtılar. RMMO askerleri köye girdiler...

Olaylar şöyle gelişti: 19 Temmuz günü, köyümüzün baş öğretmeni ve aynı zamanda köydeki TMT komutanı Mustafa Muallim, namı diğer Kara Mustafa (Mustafa Egemen), dedemin kahvesinin bitişiğinde bulunan ve her zaman kapalı kilitli gördüğüm bir odacığı açtı. Meğer orası köyün karargahıymış... Mustafa Muallim, eli silah tutan tüm erkekleri etrafına topladı. 

Ben ve İngiliz okulundan arkadaşım Sami de oraya gittik. Mustafa Muallim, bize ertesi gün Türkiye'nin çıkarma yapacağını, genel alarm verildiğini ve seferberlik çağrısı yapıldığını, köyde de alarma geçileceğini, köy etrafındaki mevzilere yerleştirileceğimizi bildirdi. Ardından da eli silah tutan herkesi köy etrafında belirlenmiş mevzilerde görevlendirdi. Kimini Meletse mevkiinde, kimini Kamusluk, kimini de Cefala’da... 

Ben kulaklarıma inanamıyordum... Aynikola gibi bir köyde böylesine bir örgütlülük olabilmesi, her şeyin önceden bu kadar planlanmış olması beni gerçekten şaşırtmıştı. Mustafa Muallim herkese görev yerlerini bildirdikten sonra, bana ve Sami'ye dönerek “Hade Mehmet, siz da nenenin yanına gidin, dışarıda kalmayın” dedi. Ona, “Sen ne diyosun Mustafa abi, biz bu günler için doğduk, bize de görev vereceksin” dedim. Sami de beni onaylayınca komutan beni Kamusluk mevkiine, Sami'yi de Meletse'ye gönderdi. 19 Temmuz gecesini Kamusluk mevkiindeki “mevzide” nöbette geçirdik! Ama mevziye gidince tam bir şok yaşamıştım... çünkü ortada ne mevzi vardı, ne de mevzicik! 

Limasol ve Baf köylerinde, bağları birbirinden ayıran, taştan, örme duvarlar vardır. Bizim oralarda bu duvarlara "ofdo" denir. Bize mevzi olarak gösterilen yer, köy mezarlığının üst kısmındaki bir kara üzüm bağının yukarısında, yüksekçe bir ofdo idi. Bizim manga 9 kişiydi. Manga komutanımız da çok sakin ve iyi kalpli bir adam olan, ve her zaman yavaş yavaş, tane tane konuşan bembeyaz saçlı Mehmet Bello Hoca'ydı.

Biz 9 kişiydik, ama ortada 7 tane silah vardı. 3 tane Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma İngiliz piyade tüfeği... 3 tane av tüfeği ve 1 adet de Bren makineli tüfek. Bende ve şimdi cilt doktoru olan yeğenim Kani Nalbant’ta silah yok. Manga komutanımız Mehmet amcaya “Ee biz napacayık, bizde silah yok?” diye sormam, harbin vahşi gerçeğiyle ilk yüz yüze gelişim oldu. “Bekleyeceksiniz biz düşelim da siz devralasınız silahı oğlucum...” Mehmet amca bunu olağan bir sükunet ve doğallıkla söylemişti. Ama o andan itibaren içime heyecanla karışık korku da girmeye başlamıştı...

Aynikola zaten serin bir yerdir. Tevekkeli, Celal Hordan zamanında adını Esentepe olarak Türkçeleştirmişti köylülerimiz. 19 Temmuz gecesi de, temmuz ayının sıcağına rağmen üşütücü bir soğuk vardı. Tüfekler çatılmış ofdonun altında, "Türkiye gerçekten çıkarma yapar mı yapmaz mı" diye sohbet ederken, arada Raşit amcanın şikayetleri başladı: “Onlar ki aylıkçı askerdir, ma neden onlara yaptırmazlar bu işi da bizi da çağırdılar buraca yahu?... Donduk olan buraşda!”gibisinden mızmızlanmaya, vizilemeye başladı. Benimse bir yandan Türkçülük damarım, bir yandan da korku ve heyecanın verdiği stresle sinirim başıma vurdu. Ayağa kalktım... Yerde çatılı piyadelerden birini alıp Raşit amcaya çevirdim ve “Nedir be Raşit amca ama yaptığın? Böyle günde hepimizin moralini mi bozmaya çalışın? Çok vizileme ha! Üşüdüysan ya da gorktuysan burada vizileyeceğine çek git eve garının yanına” diyerek adama çıkıştım... O Raşit amca o gece başka ses etmedi, ama ondan sonra normal zamanda ve hatta kuzeye gelip Ayguruş'a yerleştikten sonra bile bana konuşmadı, selam vermedi.
 
20 Temmuz sabahı bizim oralarda her şey sakindi... Görünürde ne bir asker, ne de bir hareket vardı. Ama radyolardan çıkarmanın başladığını, savaş çıktığını öğrendik. Benim o sabah radyodan edindiğim izlenim çok rahat bir savaş başladığı, ve savaşın adeta radyodan naklen maç yayını yapar gibi anlatıldığıydı... Paraşütçülerin süzüle süzüle Lefkoşa civarına indikleri söyleniyordu. Biraz sonra haber geldi... 

Köyün uygun bir noktasına, sonradan şehit olan Osman amcanın evinin civarında bir evin damına A4 makineli tüfek mevzisi kurulacakmış. Bu amaçla torbalara kum doldurularak, evin tavanına yerleştirilerek mevzi hazırlanacakmış. Manga komutanımız Mehmet amca beni gönderdi. Gittim ve o kum torbası mevziyi birkaç arkadaşla birlikte yaptık. Sonradan işe yaradı mı bilmiyorum... Bugünkü aklımla o mevziye girmenin intihar demek olacağını söyleyebilirim... Sanırım çarpışmalar sırasında da kullanılmadı. 

Mevzi yapma işi bitince, Kamusluk mevkiindeki mevzimize, daha doğrusu ofdonun altına döndüm. Orada Mehmet amcadan başka kimseyi bulamadım. Ortam çok sakin görünüyordu. Bizim bulunduğumuz mevkide, yine aynı isimde, Kamusluk diye bir pınar vardı. O pınarın yanında da büyük bir sulama havuzu... Pınar da havuz da hala faaldir. Havuzun karşısında da Lefke'de yaşayan bir köylümüzün yazlık evi vardı. Onlar da ailece yaz aylarını köyde geçiriyorlardı. Bu ailenin 3 tane de benim yaşlarda güzel kızı vardı...

Mehmet amcadan izin alarak etraftaki mataraları topladım. “Ne olur ne olmaz suyu eksilmeyelim, ben gideyim Kamusluk'tan mataraları doldurayım” dedim. Tabii niyet başka! Kızlara hava atacağım! Mataraları belime taktım. Boşta bulunan breni de boynuma asarak, ayrıca iki kuşak bren mermisini de çaprazlama, koçero gibi, sırtıma geçirdim ve "mevzi"den pınara indim. Mataraları doldururken kızlarla sohbet ettim. Onlara “Ha hiç gorkmayın da ben görev başındayım. Bu gece çoraplarınızı bile çıkarın da yatın, rahat olun” dedim. Tekrar "mevzi"ye dondum. Ama hızımı alamamıştım... 

Mehmet amcaya, “Çıkıp bir etrafa bakayım, keşif yapayım” dedim. Asıl niyetimse, bulunduğum noktadan göremedigim kızları görebilmek için daha yukarılara tırmanmaktı... O an Mehmet amca bana; “A Mehmedim, a oğlum, gitme da yerimizi belli edecen” dedi. Sesi hala aynı tonda kulaklarımda! Ama kim dinler... “Ne belli etmesi be Mehmet amca. Görmen galiba etrafta insan yok, in cin top oynar. Burada olay çıkmaz merak etme” dedim. Tabii Mehmet amca haklı çıkmıştı... O olaydan sonra bana kim bir nasihat, öğüt verirse, inanmasam bile önce "Acaba haklılık payı var mı?" diye bir akıl süzgecimden geçirir, sonra ne yapacağıma karar veririm... 

Bizim bulunduğumuz mevki köyün üzerinde bulundugu Laona tepesinin zirve noktasının altındaydı. Limasol'dan köyümüze gelen anayol üstümüzden geçiyordu. Ama gerçekten de görünürde kimse yoktu. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum... Tekrar ofdonun altına indim ve bu sefer de aşağıya havuza yürüdüm. Bir de baktım; köylülerimizin kabına sığmayan çok hareketli biri olduğu için Deli Ratip lakabıyla çağırdığı Ratip abi, bizim olduğumuz bölgeden köye doğru asfaltta koşarcasına, ama topallayarak yürüyor. "N'oldun be Ratip abi da topallan?" diye sorduğumda, “Cefala'dan gelirim. Ormanda Rum askerleri önümü kesmeye çalıştı. Beni durdurmak istediler ama durmadım. Arkamdan ateş ettiler, ayağımdan vurdular beni" dedi... Böylelikle Rum askerlerinin çok yakınımızda olduğunu, hatta birimizi de vurduklarını öğrenmiş oldum. 

Nitekim aradan yarım saat bile geçmeden karşılıklı olarak silahlar patladı. Bizim olduğumuz mevkiyi salağın biri belli ettiği için, üzerimize yağmur yağar gibi kurşun yağıyordu... Dallarında koruk halindeki üzümlere çarpan mermiler, üzüm sularını üzerimize sıçratıyordu. Ben ilk anda vurulduğumu sanıp ağlamaya başladım... Mehmet amca “Sin da gal ofdonun altına da üzümün suyudur, vurulmadın" diyerek beni sakinleştirdi. Doğrusu çok korkmuştum... Bir halk tabiriyle, götümde bok peksemet kesilmişti! Allahtan Rumlar da herhalde zayiat vermek istemedikleri için, bir de Deli Ratip onlara “Köyde Mehmetçikler var, gelmeyin” demiş, inandıklarından mıdır nedir, taarruz etmeden bulundukları yerden ateş açmakla yetindiler. Aslında taarruz etseler yarım saatte köyü ele geçirirlerdi diye düşünüyorum. 

Mesela bizim 9 kişilik mangadan, ben ve Mehmet amcanın dışındakilerin yerinde yeller esiyordu. Ama köyümüzde bir deli daha vardı. Mesleği makinistlik olan Ünal abi, çok cesur bir gençti. O da yirmili yaşlarının ortalarında olmalıydı. Köylülerden duyduğum kadarıyla, A4 makineli tüfeği mevziden mevziye taşıyarak, farklı noktalardan darbe atışları yapmış ve RMMO’nun ilerlemesini uzun süre engellemişti. Ben şahsen tanık olmadım buna; çünkü bizim bulunduğumuz mevkiden uzaktaydı Ünal abi... Ama görgü tanıklarının anlattıklarına inanmamam için bir neden yok. 

Ortalık kararınca, Mehmet amcaya evde nenemin yanında bulunan kardeşlerimi merak ettiğimi, ayrıca çok da korktuğumu ve eve gitmek istediğimi söyledim. Hiç itiraz etmedi... Yalnız ayağa kalkmadan, bağların içinden, alçak sürünme pozisyonunda yerde sürüklenerek yola inmemi tavsiye etti. Dediği gibi yaptım... 

Yılanlardan çok korktuğum için ömrümde yanımda köyden bir arkadaş olmadan bağa girmeyen ben, o gece bağların içinde, guzubaların altından sürünerek yola indim. Yola inince karşımda Sami’yi gördüm. O da bulunduğu mevkiyi terk etmiş, eve gidiyordu. Belinde de iki adet el bombası asılıydı. Ay ışığı vardı... Ay ışığında bu bombalar mı parladı, ne olduysa ansızın kırmızı bir ışık gördük. Henüz askere de gitmemiş olduğumuz için bu konularda bilgili değildik. Sonradan o kırmızı ışığın bir aydınlatma fişeği olduğunu anladım. Kırmızı ışığı gördüğümüz anda Sami can havliyle bana “Mehmet dal!” dedi ve ikimiz birden yolun belki iki metre altında, Kamusluk havuzunun etrafındaki azganların, deve dikenlerinin içine suya dalar gibi balıklama daldık. Can havli dedikleri bu olsa gerek! Dalmamızla birlikte, asfaltın üzeri makineli bir tüfekten çıkan kurşunlarla tarandı... 

Sonrasında hiç yola çıkmadan, formoza ve elma bahçelerinin içinden, araziden nenemin evine geldik. Nenemin evi köyün en merkezi yerindeydi. Köylünün en az yarısı nenemin evinde toplanmıştı. Nereden baksan evin içinde ve avluda 300'e yakın insan vardı. 

Silah sesleri sabaha kadar aralıklarla devam etti. Sabahtan evimize daha gelenler oldu. En son saat öğleden sonra 4 civarında köyümüzün çok sevilen, sempatik insanlarından Havvaba geldi. Havvaba'nın evi köyün camisinin yakınlarındaydı.  “Amanın be çocuklar da Rum askerleri camiye indiler, bizimkiler gaçdı. Buraya geliyorlar anam da napacayık” diye feryat ediyordu...

Bu arada o kalabalığın içinde 4 yaşlarında bir kız çocuğu sarı saçcıklarını eline alarak “Ama düğün var? Bana da bir aynacık verin darayım saçlarımı” diye ortada dolaşıyordu... Tam trajikomik bir durumdaydık. O küçücük kız çocuğu ne kadar da masum; ama ne kadar da ölüme yakındı... 

Ben önce yatağın altına saklanmayı düşündüm. Köyümüzün çobanlarından kasap Mustafa Kemal eniştenin oğlu Neşet yeğenimi de yanıma aldım. Ona, “Neşet yeğenim, sen bu bölgede ormanları, araziyi iyi bilin değil mi?” diye sordum. Neşet “Bilirim ya” diye cevap verdi. “Bak Neşet” dedim; “evin içi tıka basa insan dolu... Rumlar bu eve girerken filmlerdeki gibi mutlaka otomatik silahla tarayarak girecekler. Ama kurşunlar bize gelene kadar en az beş altı kişiyi delip geçmesi gerekir... Sansımız varsa yaralı, hatta yaralanmadan kurtuluruz. Ölü numarası yapıp bekleriz. Ya Barış Gücü gelir bizi gurtarır, ya da seninle dağdan kaçacayık İngiliz üslerine!”... 

Neşet bu plana ne kadar inandı bilemem ama, planımı teyit etmesi beni biraz olsun teselli etti. Altına girdiğim yatağın üstünde, kardeşlerim Ertan ile Hasan oturuyordu. Hasan henüz 4 yaşındaydı ve pek bir şey anlamamıştı. Ama Ertan 9 yaşındaydı. O bir şeylerin farkındaydı ve korkuyordu. Bir türlü beni dinleyip yatağın altına gelmediler... Onları koruyamamış olmak beni vicdanen rahatsız etti. Plan değiştirdim ve yatağın altından çıktım... Artık olayın sonuna çok yaklaştığımızı hissediyordum... Bu işin içinden ya sağ salim çıkacaktık, ya da ölü olarak...

Evin içinde 300 kusur insan vardı. Bir önlem alınmazsa katliam olabilirdi. Benim aklıma kapıya teslim bayrağı niyetine beyaz çarşaf asmak geldi. Ama evde bulunan erkeklerin hiçbiri bu önerime yanaşmıyordu! E Türk teslim olmaz palavralarıyla büyümüşüz! Ama ben teslim olmamızı istiyordum.

Önerimi kimseye kabul ettiremeyince, artık sesim ağlamaklı çıkmaya başlamıştı. Çünkü sonumuzdan endişeliydim. En nihayet dedem ikna oldu. Bana “Git nenene söyle sana bir beyaz çarşaf versin da getir” dedi... Nenemden çarşafı aldım. Dedemle beraber tam evin kapısının önüne çıkmış çarşafı asmaya çalışıyorduk ki,  Rum askerlerinin geçtiğini gördük. Dedem, sırtı bize dönük olan Rum askerlerine gayet soğukkanlı bir şekilde seslendi: "Re bethia... (Be çocuklar...)" Rum askerleri hemen bize doğru dönerek silahlarını üzerimize çevirdi. Dedem ikinci bir soğukkanlı hareketle onlara "Me fuaste...  (korkmayın)" diyerek boş ellerini açıp, silahsız olduğumuzu gösterdi. 

Askerler yanımıza geldi ve ellerimizi havaya kaldırmamızı emrettiler. Evdeki herkesi teslim alarak evin dışına çıkardılar ve köyümüzdeki polis karakolunun avlusuna götürdüler. Ben polis karakoluna doğru yürümeye başladığımız andan itibaren adeta barış olmuş gibi rahatlamış, tüm korkumu atmıştım. Ama özellikle kadınlarımız panik içinde ağlamaktaydı. 

Bu arada Rumlar köye girerken, köy girişindeki evlerinde oturan çok yaşlı bir karı kocayı, Semsunur aba ile gözleri görmeyen kocasını vurarak öldürdüler... İkisi de 90’lı yaşlarındaydı... Oradan az daha aşağıya inerken de, tavanına A4 mevzisi kurduğumuz eve yakın bir evde oturan Osman abiyi de vurdular. Denildiğine göre Osman abi yatağın altında saklanıyormuş. Muhtemelen evi aramaya giren Rum askerleri yatağın altında birinin varlığını fark ederek, biraz da kendi canlarını koruma kaygısıyla ateş ederek vurmuş olmalılar Osman abiyi... Osman abi 50’li yaşlarında, orta yaşlı ve çok efendi bir insandı. Yani köyumuz 21 Temmuz günü 3 şehit vermiş oldu... 

 

- Köyünüz esir alındığında neler yaşandı?...

Köye giren RMMO askerleri, kadın erkek çoluk çocuk tüm halkı köyümüzde bulunan polis karakolunun avlusunda topladı... Mücahit üniformasıyla ele geçirdikleri Hulus adlı köylümüzü çok fena dövdüler... Bir ara polis karakolunda asılı bulunan Atatürk ve Dr. Fazıl Küçük'ün resimlerine otomatik tüfekle ateş açtılar... Karakolun avlusunda bulunduğumuz sırada, köylülerden biri evlere giren RMMO askerlerinin hırsızlık yaptığından şikayet etti. Bunun üzerine Mustakas askerlerine evlerden herhangi bir şey alıp almadıklarını sordu. Kimseden ses çıkmayınca birkaç tanesini yanına çağırıp yokladı. 

Mustakas, üzerinden çalıntı eşya çıkanları dövünce, geriye kalanlar da evlerden topladıklarını ortaya koyulan bir masa üzerine bıraktılar. Mustakas, daha sonra ortam iyice sakinleşince ve Niyazi Efendi ile yaptığı görüş alışverişinden sonra, köyümüzden hiç kimseyi Baf veya Leymosun'daki esir kamplarına göndermedi. Hepimiz evlerimizde kaldık. Zaten köyde eli silah tutan hiç kimse kalmamıştı. Mücahitler Ayanni köyüne kaçmışlardı. 

Köyün düşmesinden bir gün sonra, yani 22 Temmuz günü, RMMO komutanı Mustakas köyün ileri gelenlerini dedemin kahvesinde topladı. Amacı, bize kötülük yapma niyetinde olmadığını anlatarak, biraz da köy girişinde öldürdükleri üç savunmasız ve yaşlı insan için günah çıkarmaktı... Bize önce Ratıp ile mesaj göndermeye çalıştığını anlattı. “İstesek onu vurabilirdik, ama niyetimiz öldürmek değildi, durdurabilmek için ayağından vurduk ama gene de kaçtı” dedi. Daha sonra A4 mevzisinin yapılışını izlediklerini, isteseler mevziyi yapanları da keklik gibi avlayabileceklerini anlattı... En sonunda da, “Kamusluk'ta biriniz tepeye doğru üstümüze geliyordu. 50 adım daha atsa kucağımıza düşecekti. İstesek onu da vururduk ama yapmadık” demez mi?... Ben oturduğum yerde sarardım. Bir de beni tanırlarsa, o askerin ben olduğumu anlarlarsa boku yerim düşüncesiyle, dedemin kahvesinin duvarından aşağı, yola doğru kendimi bıraktım ve duvarın dibinden yürüyerek nenemim evine kaçtım. 

Birinci harekatla ikinci harekat arasındaki dönemde, köyde rahattık. Ben sürekli yeğenim Pembe Esentepeli’nin evine gidiyor ve onun öğretmen olan babasının kitaplığından seçtiğim kitapları okuyordum. Mesela bu dönemde Yaşar Kemal'in iki ciltlik İnce Memed'lerini, Fakir Baykurt’un Tırpan'ını ve Aziz Nesin'in mizah kitaplarından bazılarını okuduğumu hatırlıyorum. 

Nedense o ortamda, Poli’de neredeyse ilanı aşk ettiğim kız arkadaşımın yanına yaklaşmaya, onunla bağlantı kurmaya çekindim. Aslında o dönemde ben lise birinci sınıfı bitirmisken, o kız da henüz orta biri bitirmişti. Boylu poslu güzel bir kız olduğu için yaşından çok daha büyük göstermesine rağmen, aslında henüz çok küçük bir yaştaydı. Bir lise öğrencisi olarak, sanki ben çok büyükmüşüm gibi orta bire devam eden bir kız çocuğuyla ilgilendiğim duyulursa herkes beni ayıplar endişesiyle ona yaklaşamadığımı düşünüyorum. Günler böyle geçiyordu...

Bu arada Rum askerleri, dedemin Meletse bölgesinde, yani köyün en üst kısmında, yüksek mevkideki bir bağ evini köye giriş ve çıkışların kontrol edildiği bir nizamiyeye çevirmişti. Nenem, benden sadece 20 gün büyük olan Nazemin halama ait bazı çeyiz eşyacıklarının o bağ evinde olduğunu söyleyerek dedemden bu eşyaları gidip almasını istedi. Dedem de kendisine yardımcı olmam için beni de yanına aldı. Meletse'ye çıktık. Bizim bağ evinde bulunması gereken Rum askerini ortalarda görmedik. Meğer herif karşıki tepecikte, 20 metre mesafede, badem ağacının altında şekerleme yapıyormuş. Fark etmedik... 

Bağ evine önce dedem girdi. Dedem yerde, köşede duran mukavva kutuyu aldı. Diğerini de benim almamı söyledi. Dedem kendi aldıklarını kısa kasa Bedford kamyonetine yüklerken ben de elimdeki karton kutuyla tam kapıdan çıkıyordum ki, iki el silah patladı! Bir kurşun sol kulağımı yalayarak geçti. Sıcaklığını hissettim. Diğeri de sağ yanağıma yakın geçti. Elimdeki kartonu bıraktığım gibi neredeyse 2 metreye yakın yüksekliği bulunan kamyonetin arka kasasına, bizim yüksek atlamacı Mustafa Siyami’yi bile kıskandıracak bir atlayışla, ve tabii can havliyle balıklama daldım.

Bu arada dedem de “Mehmet gir içine gaçalım” diye bağırıyordu. Kamyonet iniş aşağı bir pozisyonda olduğu için dedem motoru bile çalıştırmadan serbest tekerlek saldı kamyoneti yokuştan aşağı. Urum oğlu arkamızdan iki el daha ateş etti ve arka lastiklerimizin ikisini de patlattı. O kısa mesafeden beni nasıl vuramadığına hala hem hayret eder, hem de her aklıma geldiğinde dehşete kapılırım. Bence acemi değildi... Çok iyi nişancıydı ve korkutmak için ateş açmıştı. Kamyonetin lastiklerini vurabilen askerin beni 20 metre mesafeden vuramaması olacak iş değildi! 

Bu olayın dışında, bir de RMMO askerleri arasında topal bir er vardı. Çok fena bir karakteri vardı... Adeta birilerimizi öldürmek için mazeret arıyor gibiydi. Sürekli eli silahının tetiğinde gezerdi. Bir gün bazı arkadaşlarla bizi köydeki hanay kahvenin balkonunda otururken gördü ve silahını üstümüze doğrultup yarım saat ordan ayrılmamıza izin vermedi. Onu gördüğümüz zaman korkudan adeta tahin sıçardık! Allahtan bu pis huyu yanlışlıkla bir başka asker arkadaşını yaralamasına yol açtı ve köyümüzdeki birlikten uzaklaştırıldı. 

Bu arada köyümüzü teslim alan RMMO askerleri arasında İngiliz okulundan bizden bir sınıf büyük Baflı bir okul arkadaşımız olduğuna da tanık olmuştuk. Hatta köyün ilk düştüğü gün, köydeki polis karakolunun avlusunda, elindeki su soğutmalı Rus silahını ben ve Sami'nin incelemesine de izin vermişti. Sık sık Sami'ye sigara takviyesi yapar ve onunla sohbet ederdi. Benden çok Sami'nin arkadaşıydı. 

Günler böyle geçerken, Cenevre görüşmeleri filan derken, bir sabah çok erken bir saatte, dedemin kahvesinde dört veya beş kadar köylümüzle otururken bir baktım yolda ağaçlar ilerler... Ne oluyor diyene kadar dedem vaziyeti çaktı. Ağaçlarla kamufle edilmiş RMMO askeri cipi kahvemize doğru yaklaşıyordu. Dedem bana hemen “Sen çabuk eve” dedi. Eve gittim ve mutfaktaki yatağın altına girmeye çalışıyordum. Köyün düştüğü gün, o yatağın altında hellim testilerine, peksemet kutularına rağmen iki çift saklıydı. Ama ben ta kendime yer açayım, götüme dipçiği yedim ve doğruldum. Bir de baktım bizim İngiliz okulundan arkadaşımız olan RMMO askeri... 

“Beni bırak be gardaş” diyecek oldum, fırsat vermedi. O da yalnız değildi. Yanında çavuşu vardı. Onun emirlerini uyguluyordu. Tüfeği çevirip tekrar bana vuracak oldu. Ben o darbeden kaçabilmek için yere dalınca, beraberindeki diğer RMMO askerleri botlarıyla sırtıma ve enseme bastılar. Ellerimi ensemde birleştirmemi emrettiler. O vaziyette ayağa kalktım. Avluda iki sıra halinde dizilmiş bir manga asker vardı. Onların aralarından geçerek köy meydanına yürüdüm. 

Bir de ne göreyim, bazı köylülerimiz meydanın kenarındaki hanay kahvenin altındaki bandabuliyanın önüne yan yana dizilmişler. Bana da onların arasına girmemi söylediler. Ardımdan da Sami oraya getirildi. O da duvara dizilenlerin arasına girdi... Bir manga asker silahlarıyla birlikte karşımıza geçti. Duvarın önünde saydım ve bugün gibi hatırlıyorum, tam 13 kişiydik. Komutan Mustakas bize göre sol tarafta, Katopiya denilen pınarlara doğru inen toprak yolun girişindeki köy çeşmesinin üstünde vaziyet aldı. Sağ ayağı çeşmenin üst kenarında, sol ayağı da çeşmenin kurnasının üstünde; sağ eli havada! Ateş emri verecek...

İşte tam o anda, muhteşem bir zamanlamayla Niyazi Efendi oraya geldi. Belli ki kocaları evlerinden alınan kadınlardan bazıları Niyazi Efendi'ye koşarak durumu anlatmışlar ve yardım istemişler. O da çıktı ve köy meydanına gelince bizleri kurşuna dizilmeye hazır bir ortamda buldu. Ben o an nedense öleceğim için kendi adıma kaygı duymadım. Ama "Anacığım bu haberi alınca perişan olacak" diye içimden geçiriyordum ki, Sami, 13 kişilik grubun en sağından çıkarak yanıma geldi ve bana “Ne oluyor be Mehmet ama, yani şimdi bu adamlar bizi öldürecek be gardaş?” dedi ve bunu söylerken gülmeye başladı... Kendisine cevap olarak “Ne bileyim oğlum” derken, gayri ihtiyari ben de güldüm. 

Bizi gören köylülerimizden biri, "Yahu adamlar bizi öldürüyor, siz gülersiniz, nasıl insanlarsınız yahu siz ama" diyerek çıkıştı. İşte bunlar olurken ve Rum askerleri de Sami’nin hareketinin şaşkınlığı içerisindeyken, Niyazi Efendi'nin gür sesi duyuldu: “Utanmamın be Mustaga da savunmasız köylüleri öldürecen? Naptı be bu insanlar sana?... Ay oğlum, savaşmak istersen Türk ordusu Girne'dedir, al askerlerini oraya git!” dedi. 

Mustaga hem utandı hem sinirlendi, ama askerlerine silahlarını indirmeleri için emir verdi. O öfkeyle askerlerine “Köyde kaç erkek varsa tümünü de toplayıp getirin” dedi. Yarım saat sonra köyün tüm erkekleri meydandaydı. Bizi yine polisin avlusuna götürdüler. Orada Mustakas, Ayanni köyünü teslim almak için Aynikola’nın erkeklerini kalkan olarak kullanacağını söyledi. Niyazi Efendi buna da karşı çıktı. Mustaga, Niyazi Efendi'ye bu fikirden tek şartla vazgeçeceğini söyledi. Eğer Niyazi Efendi Ayanni köyüne gidip zorluk çıkarmadan teslim olmalarını söylerse... 

Niyazi Efendi bizi kurtarmak için el mahkum bu şartı kabul ederek Ayanni'ye gitti... Doğrusu ben o zamanki çocuk aklımla bile Ayannililerin Mustagas'ın birliklerine karşı direnemeyeceğini biliyordum. İçimden teslim olmaları için dua ettim... Ama Türk teslim olur mu! Ayannililer de aynı kafayla, Baf'ın en ücra bölgesinde, hiçbir yerden yardım almaları mümkün değilken teslim olmayı reddettiler. Hatta söylendiğine göre Niyazi Efendi'ye de kaba davrandılar. 

O gün Mustakas bizi evlerimize gönderdi... Bütün gün Mustakas birliklerinin Ayanni köyüne yönelik tahkimatlarını, ağır vasıta ve dozer götürmelerini hem duyduk, hem izledik. Aynikola 24 saat direnmişti. Çünkü Aynikola’nın hemen altında iki tane Rum köyü var. Aynikola’ya atılacak herhangi bir top mermisinin hedefinden bir milyem şaşması, Rumlar için büyük bir faciaya yol açabilirdi. Bu nedenle Aynikola'ya karşı havan topu veya geri tepkisiz toplar kullanılmadı. Köyü piyade tüfekleri ve otomatik tüfeklerle ancak 24 saatte ele geçirebildiler... 

Ayanni’deki çarpışmalar çok net bir şekilde köyümüzden duyuluyordu.  Havan topları ve ağır silahlarla saldırdılar Ayanni'ye... Ayanni hem daha büyük bir köydü, hem de Aynikola'nın mücahitleri de silahlarıyla birlikte oraya sığınmıştı. Yani RMMO daha ciddi bir direniş bekliyordu. Bu nedenle onlar da daha şiddetli saldırdı. Sonuç olarak Ayanni direnişi en fazla 12 saat sürdü. 

RMMO kuvvetleri Ayanni’de 14 kadar insanı vurdu. Bazı evleri ve binaları dozerlerle yıktılar. Kaçabilen mücahitler, bu kez de Ayanni’nin altında bulunan Kurudere vadisinin karşı yakasındaki Vreçça köyüne sığındılar. 16 Ağustos'ta başlayan ateşkes nedeniyle Vreçça düşmedi. Ayrıca yakın bir bölgede bulunan Stavrogonno köyü de düşmedi. Bu köyler 1975 yılı başlarına kadar muhasara altında enklavlar olarak kaldı. Bu köylerin nüfusu, mübadele anlaşması çerçevesinde, silahları ve araç gereçleriyle birlikte kuzeye geçti. Teslim olan köylerin ahalisi de aynı anlaşmalar çerçevesinde 1975 yılında kuzeye taşındı.

 

- 1974’te köyden nasıl ayrıldınız?... Kuzeye nasıl geçtiniz?  

Köyden ayrılış TMT’nin Boz Oymak Beyi İlter Kırmızı’nın çabaları sonucunda gerçekleşti. Babam da zaten İlter Kırmızı'nın özel timine bağlı bir personeldi. İlter komutan, o yıllarda TMT’nin bir çok lojistik gereksinimini sağlamanın yanında, Rum makamlarıyla temas kurarak üst düzey Rum-Yunan esirlerle güneyde mahsur kalmış veya esir düşmüş Türklerin takas edilmesini sağlamakta da çok hizmeti geçmiş biridir. 

İlter komutanın kendi çocuklarından da bize komşu köy sayılan Ayanni’de mahsur kalan vardı. Kendisi de zaten Ayannilidir. İlter beyin girişimleriyle, ikinci harekatın resmi bitiş tarihinden 10 gün sonra, yani 26 Ağustos günü, Barış Gücü eskortluğunda, ben ve benimle birlikte köyde olan iki küçük kardeşim, ve bir de şimdi adını hatırlamadığım, benden birkaç yaş büyük ve  başka bir yerleşim yerinden alınan genç bir kadın, yani toplam 4 kişi, Limasol üzerinden Lefkoşa’ya geldik. 

Limasol'da, Barış Gücü kampında mola verdik ve öğle yemeği yedik. Köyden ayrılırken köyümüzü ve Limasol'u en azından oldukça uzun bir süre göremeyeceğimizin bilincindeydim... Genç kadın ve iki kardeşim bir arabada, ben de arkadaki ikinci arabada olmak üzere köyden Lefkoşa’ya yola çıkmıştık. 

25 Ağustos günü akşam saatlerinde bir BM temsilcisi köyümüze gelerek ertesi gün beni ve kardeşlerimi Lefkoşa'ya götüreceğini bildirmişti. Ben o tarihte 16 yaşındaydım ve yeni yeni bıyıklarım çıkmaya, daha doğrusu tüylenmeye başlamıştı. BM temsilcisine benim 12 yaşında olduğum söylenmişti. Adam suratımı ve kalıbımı görür görmez 12 yaşında olmadığımı anladı. Bana ertesi gün başımızın ağrımaması için iyice sakal bıyık traşı olmamı tavsiye etti. Böylelikle dedemin de yardımıyla hayatımın ilk sakal traşını kendim yapmak zorunda kaldım. Buna rağmen köy çıkışındaki RMMO nizamiyesinde görevli RMMO askeri benim 12 yaşında olduğuma inanmadı ve beni geçirmek istemedi. Bu yüzden BM askeriyle bir süre tartıştılar. Allahtan BM askeri sağlam çıktı ve direndi. “Bendeki kayıt bu çocuğun 12 yaşında olduğunu gösteriyor ve ben bunu Lefkoşa'ya götürmek için emir aldım; arabadan indirmeyeceğim” diyerek baskın çıktı ve yolumuza devam ettik. 

Leymosun'daki moladan sonra Lefkoşa'ya hareket ettik. Lefkoşa yolu üzerinde ve şehir içinde birkaç noktada Rum barikatları ve kontrol noktaları gördüğümüzü hatırlıyorum. Ama bunların hiçbirinde bizi durdurmadılar. Ledra Palas barikatına 500 metre kala, tam CYTA binasının önünde, Markos Dragos heykelinin bulunduğu çemberin yanında, arabamızın sol arka lastiği patladı. O an çok heyecanlandım. Son anda bir terslik olacağını düşünerek çok korktum. BM askerine patlak lastikle barikata kadar sürmesini rica ettim ama beni dinlemedi. Lastiği değiştirdi ve yolumuza öyle devam ettik. Zaten barikata bir dakika bile sürmeyen bir mesafedeydik. 

Türk tarafına geçişte halktan kalabalık bir  topluluk bizi bekliyordu. Kardeşlerimle diğer kız benden yaklaşık 15 dakika önce varmıştı. Ben Türk bölgesine iner inmez, orada beni bekleyen ve babamla hasret gidermemize bile müsaade etmeyen Türk polisi, beni Girne Caddesi'ndeki polis karakoluna götürerek köyümüzde yaşananlarla ilgili ifademi aldı. Eğer polis müdürlüğü ifadeleri arşivliyorsa, 26 Ağustos 1974 tarihli ifadem mutlaka arşivde olmalıdır. İfademde, köyde yaşananları ayrıntılı bir şekilde anlattığımı hatırlıyorum.  

Tabii benim köyden ayrılmamla, arkadaşım Sami Şefik Yerli iyice tek başına kalmıştı. Onu bırakıp da Lefkoşa'ya gelmeyi kendime hiç yakıştıramamıştım. Küçük kardeşlerim yanımda olmasa, kesinlikle Sami'yi de almadan Lefkoşa’ya gitmeyi reddederdim. Zaten bunu köyde nenem ve dedemle de tartıştık. Sami’yi bırakıp gitmemin doğru olmadığını, çocukların BM askerleriyle gitmesini, benim de daha sonra Sami ile gitmek istediğimi söyledim. Ama bana çok kızdılar. Mutlaka gitmem gerektiğini, annem ve babamın beklediğini, ayrıca bu yolculukta çocukları BM ile bile olsa yalnız bırakmamam gerektiğini söyleyerek beni ikna ettiler. Sami'nin köyde yapayalnız kalacak olması beni çok üzmüştü. Üstelik ben Sami'ye karşı zaten köydeki tutukluluğumuz süresince bir kez mahçup olmuştum...

Sami bizim evde misafirdi... Savaş ortamında ne olacağımız ve köyden ne zaman ayrılacağımız belli olmayınca, nenem Sami’yi evde istemedi. Bizimle aynı yaşlarda olan Nazemin halamı bahane ederek, “Evde bekar kızım var, bu yabancı erkek evde daha fazla kalamaz” diye tutturdu ve Sami’yi evden kovdu! Bu olay karşısında çok üzülmüştüm... Kendimi Sami’ye karşı çok mahçup hissettim. 

Köyde kalacak yeri olmayan Sami’ye Niyazi Efendi sahip çıktı. Kendi evinde çok uygun bir yer olmasa da, bir dam altı tedarik ederek Sami'nin köyden ayrılana kadar orada kalmasını sağladı. Gideceğimizi söylediğim zaman Sami'nin de benim de gözlerimiz doldu; ama Sami bana çok büyük bir anlayış göstererek “Sen git gardaccığım, beni merak etme, ben tamamım” diyerek bir nebze de olsa beni rahatlattı. 

Benden sonra Sami bazı köylülerimizle birkaç kez dağlardan İngiliz üslerine gitmeyi denedi ama yakalandılar. Birkaç kez de yine Trodos dağlarındaki ormanların içinden yaya olarak Lefke'ye gitmeyi denediler. Sami, bu denemelerin birinde, yakalandıkları Rum polisleri tarafından fena halde tartaklandıklarını da anlattı bana. Nihayet son denemelerinde Lefke üzerinden kuzeye geçmeyi başarmışlar!

Yorumlar

Popüler Yayınlar